Eleştiri ve demokrasi

Eleştiri ve demokrasi
Modern Batı felsefesini, sosyal bilimlerini, kültürünü vs. eleştiriyor ya da tartışıyoruz bu köşede bildiğiniz gibi. Modern ideolojilerin arka planına ilişkin çeşitli yorumlar yapıyoruz; yapmalıyız da. Ancak ciddi ciddi dirsek çürütüp okuyarak, üzerinde düşünüp taşınarak yapılması gerekir bu eleştirilerin, zücaciye dükkanına giren filin yaptığı gibi değil. Zira Batı kültürü veya modern düşünce dediğimiz hadise, insanlık tarihinde en fazla kendisi üzerine düşünen, teemmül (reflexion) edebilen, dolayısıyla kendisini en fazla yargılayan düşüncedir.

Bunun anlamı şudur: Batı düşüncesi, kendi eleştirisini de kendisi yapmakta, hem de öyle böyle değil, kıyasıya yapmaktadır. Bu sistematik eleştiri geleneği o kadar kurumsallaşmış, o kadar özümsenmiştir ki, bugün sosyal teori alanındaki çalışmaların önemli bir kısmı en incelikli Batı ve modernlik eleştirileri ile ilerlemekte, daha da garibi bunlar, içinde devlete ait olanların da bulunduğu üniversiteler bünyesinde yürütülmekte, giderek teşvik edilmektedir. Mesela Fransa’nın önemli üniversitelerinden College de France’de psikiyatrinin, hapishanenin, tımarhanenin arkasında yatan devlet/iktidar ideolojisini ortaya koyup eleştirebilmektedir Foucault. Keza bir Amerikan üniversitesinde hoca, beyazların Amerika’da her 30 yerliden 29’unu nasıl yok ettiklerini tarih dersinde anlatabilmekte, hatta American Holocaust adıyla bizzat üniversitenin yayını olarak dünyaya duyurabilmektedir. Tabii ki onların da gizlediği, sakladığı bilgiler var; ancak bunlar son tahlilde teorik olarak sorgulamaya ve ortaya çıkarılmaya açıktır.

Buradan çıkardığım netice şu: Kendi eleştirisini kendisi yapabilen, hatta eleştiri mekanizmasını kurumlaştıran Batı düşüncesine bu vasfından ötürü dışarıdan temellerini sarsıcı eleştiriler getirmek zorlaşmakta, imkansızlaşmaktadır neredeyse. Kültürün etrafında oluşan bu etkili eleştiri anaforu, dışarıdan onun içine gireni hemen koynuna almakta, bir nevi zırh gibi kültürü korumakta ve hayatiyetini sürdürmesini mümkün kılmaktadır.

Sözün kısası, eleştiri ile demokrasi arasında bir bağ kurmak istersek şöyle diyebiliriz: Eleştirilmekten korkmak nasıl düşüncenin gelişimini yavaşlatıyor, hatta kötürümleştiriyorsa, tek tip insanlar yetiştirmeyi amaçlayan ve ‘çatlak seslerin’ çıkmasına izin vermeyen bir yönetim de her şey olabilir; ama asla “demokrasi” olamaz.

Cesur ve güzel iki insan

Yavuz Gökmen’le hiç tanışmadım, fakat yazdığı Özal Sendromu adlı kitabın rahmetli Özal hakkındaki o yılların ortak eğilimini yansıtan olumsuz kanaatlerimi değiştirdiğini, bu tok, bazen de muhatabını sarakaya alan üslubun aradan geçen on yıla yakın zamandır tiryakisi olmasam bile müdavimi kesildiğimi söyleyebilirim. Hele Kanal 7’de Fehmi Koru ve İlnur Çevik’le beraber gerçekleştirdikleri Ankara Kulisi’ndeki biraz nobran tavrı, çok dikkatimi çekmişti. En önemlisi de, 28 Şubat sürecinde kalemini bukalemun’a döndürmeyen ender imzalardandı. Ecelin -tıpkı kader birliği etmişçesine- Turgut Özal gibi performansının zirveye vurduğu günlerde onu aniden yakalaması ise ayrı bir teessür kaynağı oldu herkes için.

Asım Köksal Hoca ile ise bundan iki yıl kadar önce tanışmış ve o tanışmanın ardından “Hz. Peygamber’e adanmış bir ömür” başlıklı yazımı kaleme almıştım. İlk tanışmamızdı; ama onu son görüşüm olacağını nereden bilebilirdim? Onun kadar bir Osmanlı beyefendisi nezaketi ile bir Peygamber aşığı muhabbetini kaynaştırıp bir karakter halinde yoğuranına mateessüf günümüzde çok ender rastlanabiliyor. Vefatından kısa bir süre önce ünlü İslam Tarihi’nin kısaltılmış bir neşrini yayına hazırladığı ve önümüzdeki aylarda bu eserin irfanımıza kazandırılacağı müjdesini vererek, bir Fatiha okumaya davet ediyorum sizleri Hoca’nın ruhuna. Cenab-ı Allah onun gibi peygamber aşıklarını dünyamızdan eksik etmesin.

Evet, bir cesur, bir de güzel adam ayrıldı aramızdan. Her ikisinin de artlarında bıraktığı boşluk, öyle kolay kolay kapanacağa benzemiyor.

De Gaulle ve Sartre

Fransız komutan ve Cumhurbaşkanı D Gaulle (1890-1970), dönemin en ele avuca sığmaz aydınlarından Sartre tarafından Les Temps Modernes’te acımasızca eleştirilmektedir. Yardımcılarından birisi sorar de Gaulle’e: “Siz ki Fransa’nın yarısı demeksiniz, bu şahsın böyle uluorta konuşmasına nasıl izin verirsiniz?” Cevap tokat gibi patlar yardımcısının yüzünde: “Ben Fransa’nın yarısı isem, Sartre Fransa’nın tamamıdır. Sakın ona dokunayım demeyin!”

Bir cevap yazın