• Home
  • Genel
  • Atatürk ve Cumhuriyet’e Nasıl Bakmalıyız?

Atatürk ve Cumhuriyet’e Nasıl Bakmalıyız?

Atatürk ve Cumhuriyet’e Nasıl Bakmalıyız?

Yoksa, en çok, var veya yok olmanın ruhta açtığı travmatik tesirle, Batı’nın, ancak kendinin istediği biçime giren bir toplumu yaşatacağı, aksi takdirde, bugün olmazsa bile yarın mutlaka yeryüzünden silineceği korkusundan ve bunun karşı mefhumu kayıtsız şartsız batı sevgisi ve hayranlığından mıdır,… bir batı romantizmi alıp yürüdü ve devrimlere silinmez damgasını vurdu.

Sezai Karakoç1

Cumhuriyet tarihiyle ilgili pek çok spekülasyon mevcut. Siz de son kitabınıza Küller Altında Yakın Tarih adını koymuşsunuz. Kimi gerçekler gizleniyor, kimileri tam tersi şekilde anlatılıyor. Neden böyle?

Bunun iki sebebi olduğunu düşünüyorum. Birincisi, bugüne doğru yaklaştıkça tarihî olaylar bizi daha fazla içine alır ve varoluşumuzu daha yakından ilgilendirir hale gelir. Dolayısıyla onlar karşısında daha eski tarihlerde geçmiş olaylara gösterdiğimiz soğukkanlılığı gösteremeyiz. Alparslan’la ilgili tarihî olaylar bugün tartışma konusu edilmez mesela; edilenler varsa da daha ziyade tarihçilerin teknik meseleleridir. Ama özellikle Tanzimat sonrası, II. Abdülhamid, Meşrutiyet, Mütareke, Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemleri bugün yaşayan insanların gardlarını almasına, kendilerini bir savaşın içinde hissetmesine sebep olacak sıcak olaylarla doludur. Dikkat ederseniz mesela Fatih Sultan Mehmed’e karşı saf belirleme diye bir tavır yoktur ama ‘Abdülhamid’den yana mısın, değil misin?’ sorusu hala anlamlı, hatta gerilim yaratacak kadar anlamlı bir sorudur günümüz için.

Yakın tarihteki olaylar sadece tarihin konusu değil, ideolojik saflaşmaların dayanağı aynı zamanda…

Evet… Siyasî, ideolojik duruşları belirleyen birer savaş baltasına dönüşebiliyor tarih malzemesi.

Bir diğer sebep ise tarih yazımıyla ilgili sıkıntılar. Bu da Cumhuriyet’i kuran kadronun bizzat tarihi yazmaya kalkmasından kaynaklanıyor. Devlet adamları -Churchill gibi- hatıralarını yazabilirler elbette ama bir resmî tarih kitabı yazmaya kalktıklarında iş değişir.

Mesela Nutuk bir tarih kitabıdır aslında. “19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım” diye başlar ve 1927’ye kadarki 8 yıllık fırtınalı süreci anlatır. Cumhuriyet neslinin ‘bilmesi gereken tarihi’ anlatmak üzere girişilmiştir yazımına. Erik Jan Zürcher’in dediği gibi bir hesaplaşmadır. Cumhuriyet’in ilk resmî tarih kitabıdır diyebiliriz. Ancak tarihi yapan kişinin tarihi yazmaya soyunmuş olması, bugünkü tarihçilerin işini fena halde zorlaştırmıştır. Tarihçilerin önünde iki seçenek kalmıştır: Ya Nutuk’a taraf olacaklar ya da karşı çıkacaklardır. Bu da dengeleri gözeten ‘kamp tarihçiliği’ yahut zorunlu gayri resmi tarihçilik gibi konumlara tutunmaya zorlar tarihçiyi.

Nitekim Falih Rıfkı Atay 1957’deki bir yazısında “Keşke Atatürk Nutuk’u hiç yazmasaydı” demiştir. Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimizin Esasları diye hadiselere yol açan bir kitap yazmıştır. O da tarih kitabı olmak iddiasıyla ortaya çıkmıştı. Bu yüzden inkılap tarihi çalışanlar belli bir bakış açısından yorumlanmış belgeleri incelemek gibi çetrefilli bir işle karşı karşıyadırlar. Böylece belgeler henüz tarihe mal olmadan, sıcağı sıcağına yorumlandığı için de bir sürü nokta gözden saklanmıştır.

Şu da var ki, tarihi belli bir ideoloji doğrultusunda yorumlamaya kalktığınızda ister istemez bazı perdeleri veya noktaları gözlerden gizlemeniz gerekecektir, çünkü toplumu homojenize etme, Onuncu Yıl Marşı’nda dile geldiği gibi ‘yaratma’ çabası içindesinizdir. Lakin o dışarıda bırakılan bilgi ve belge yığını yerinde rahat durmayacaktır. Biri elini uzatıp o karanlık bölgeden bir belge çıkartır ve aynı rahatlıkla ‘İşte tarihi değiştirecek belge’ diyebilir. Tekilci söylemin dışındaki farklı tarih arayışları artıkça, resmi ideolojiye muhalefet eden gruplar kendilerine göre ama resmi anlayışın görmezden geldiği, karanlığa ittikleri ‘tehlikeli’ belgeleri kullanacaklardır. İşte resmi ve gayri resmi tarih çatallanması buradan kaynaklanıyor bana göre.

Kitabınızda yer verdiğiniz bazı belgeler daha önce basın aracılığıyla kamuoyuna yansımıştı. Vahdettin hain mi değil mi tartışması mesela. Bu ve benzeri çalışmaların artması ve dolaşıma girmesi, kitleler tarafından farkına varılması ve resmi tarihin tabularını sarsması mümkün mü?

TÜYAP Kitap Fuarında iki ilginç olay yaşadım. Birisinde panelde konuşmacıydım. Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’ye Vahdettin’in zorlamasıyla gittiğini -bizzat kendi çektiği telgrafından yola çıkarak- ifade ettim panelde. Bunun üzerine akademisyen bir panelist de beni eleştirdi. Olabilir. Fakat konuşması bitince daha cevabımı beklemeden 55 yaşlarında bir dinleyici kalktı ve akademisyene, “Sizi tebrik ediyorum. Siz konuşmasaydınız az kalsın Vahdettin’in Milli Mücadele’yi başlattığına ben de kanacaktım. Beni kurtardınız” dedi ve çıkıp gitti. İmza sırasında da benzeri bir olay yaşadım. Orta yaşlı bir hanım standa geldi ve “Siz bu kitapta neler anlatıyorsunuz?” diye sordu. Ben de ciddi ciddi izahatta bulundum. Bunun üzerine aynı hanımefendi bana, “Siz Allah’tan korkmuyor musunuz? Ahiret diye bir şey var. Atatürk’e nasıl böyle bir iftira atarsınız?” diye sayıp döktü ve sonunda tacizlerine dayanamayan kocası olay çıkmasın diye kendisini zorla standdan uzaklaştırdı.

Kabul edelim ki, Türkiye’de farklı tarih evrenleri var. Herkesin kendine göre bir resmi tarihi mevcut ve o evrenin içinde mutlu mesut yaşıyor. Kendi varlığını, konumunu, inandığı tarihle açıklıyor ve güvence altına alıyor. Hatta buna iman ediyor…

‘Atatürk olmasaydı biz varolmazdık’ gibi son derece duygusal, hatta çocuksu bir yaklaşım değil mi bu?

Öyle tabii ki. Buna rağmen kesimler arasında bir etkileşim olmak zorunda. Aksi halde bir ortak kültür oluşmaz Türkiye’de. Herkes kompartımanlara ayrılmış olarak fikriyatını ufak cemaatler halinde örgütlerse buradan ne ulusal, ne de evrensel bir kültür çıkar. Çünkü kültür bir çapalama, aşılama eylemidir, bir tartışma temeli üzerinde yükselir. Herkes kendisi çalıp kendisi oynarsa ortak kültür böyle cılız kalır. Cemil Meriç bundan fevkalade yakınmıştır. Türkiye’de esas mesele, bir ortak kültür üzerinde anlaşamayışımızdır, demiştir. İsmet Özel’in de dediği gibi, hangi dünyaya kulak kesilmişsek ötekine sağırız. Oysa birbirimizi dinlemesini öğrenmemiz lazım bu makûs talihi değiştirmek için.

Kitapta tarihin normalleştirilmesinden söz ediyorsunuz? Nasıl olacak bu? Tarihî figürlerin normalleşmesi şöyle dursun ha babam yeni kahramanlar üretiyoruz. Öyle değil mi?

Bir bilgi problemimiz olduğu açık. En önemli sebebin bu olduğunu düşünüyorum. Her kesim için geçerli bu. Ancak Nietzsche’nin de uyardığı gibi bir hınç psikolojisinden de uzak durmak şart. Kitapta en haşin biçimde kullanılabilecek belgeleri bile yorumlarken kendimi epeyce frenledim, yolu yumuşattım. Atatürk’ün Hatay’ı geri alışını, ‘Acaba bu bir başlangıç mıydı?’ diye yorumladım. ‘Fırsatını bulunca Musul ve Batum için de aynı şeyi yapmayı düşünecek miydi?’ diye düşünmeye zorladım okuru. Olayları mümkün mertebe tek taraflı görmeden ve yaşandığı tarihî şartları hesaba katarak değerlendirmek önemli gibi geliyor bana.

1923-1924 aralığında TBMM’de hilafete ve halifeye karşı bir tavır gelişiyor. Nitekim 1924’den itibaren Hilafet kaldırılacak, tekkeler ve zaviyeler kapatılacak, hatta 1933’de ilahiyat eğitimi bile yasaklanacaktır. Acaba bu tavır değişmesinde başka etkenler rol oynamış olabilir mi? Burada İslamcılar da, Kemalistler de hemen hemen aynı şekilde düşünür: Mustafa Kemal’in kafasında belli bir proje vardı; başlangıçta bunu gizledi, fırsatını bulunca da uygulamaya koydu. ‘Acaba böyle mi gerçekten de? Yoksa o da olayların içinde evrimleşip değişmiş olamaz mı?’ sorularını akıl cebimizden eksik etmememiz gerekir tarihi hakikaten anlamak istiyorsak.

Farklı Atatürkler olduğunu mu söylüyorsunuz?

Tabii ki. Mesela 1919’dan başlatırsak, 1919-22 arası, 1922-24 arası, 1924-30 arası, 1930-34 arası ve 1934-38 arasında farklı Atatürk’ler olduğunu ayırt edebiliriz.

Nasıl tezahür ediyor farklar?

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Atatürk’ün dindar bir insan olduğuna dair pek bir şey bilmiyoruz. Hatta 1910’da Picardie manevraları için Fransa’ya gittiğinde bir satıcının kendisinin “Türk” olduğunu anlamasından rahatsızlık duyup şapka ve takım elbise giyerek Müslüman kimliğinden uzaklaşıp Batılı gibi görünmek istediğine dair bir anekdot da var elimizde. Gerek hatıralarında, gerekse arkadaşlarının yazdıklarından namazında niyazında birisi olmadığı, çapkınlık yaptığı, içki içtiği, pek de öyle namazında niyazında olmadığı vs. biliniyor.

Fakat nasıl Mehmed Akif’in Âsım’ı haylaz bir çocukken Çanakkale’ye gider ve oradan dinî hassasiyeti gelişmiş biri olarak dönerse, ben Atatürk neslinin Birinci Dünya Savaşı içerisinde epeyce dindarlaştığını düşünüyorum. 1918’e geldiğimizde Atatürk de dindarlaşmıştır.

Ayrıca daha sonra laikleşen, din karşıtı bir söylem benimseyen pek çok aydın 1922’ye kadar oldukça dinî ağırlıklı, Hilafeti, İslamiyeti savunan yazılar kaleme almışlardır. Bunları bir kalemde takiyye olarak silip atmak hem yanlış, hem de sığ bir yorum olur. Birbirinden habersiz insanlar da mı takiyye yapmışlardı? Toplumsal ve fikrî meselelere bu kadar sığ yaklaşamayız herhalde.

Tarihçi gözüyle baktığımızda bu bir değişim sürecidir. Tıpkı 28 Şubat sürecinden alakalı alakasız pek çok kişi etkilendiği gibi (ki o dönemle karşılaştırılmayacak kadar düşük yoğunluklu bir darbe süreciydi 28 Şubat)…

1919’a geldiğimizde Harbiye Nazırı tarafından Mustafa Kemal’e müfettiş olarak Anadolu’ya gitme emri veriliyor, Sultan Vahdettin de bunu onaylıyor. O zamanki demeçlerinde, yazışmalarında sürekli olarak misyonunu Osmanlı yurdunun, Hilafetin, hatta İslam âleminin kurtarılması mücadelesi olarak ifade ediyor. Milli Mücadele’yi mazlum 800 milyonluk İslam aleminin kurtuluşunun simgesi olarak değerlendiriyor.

1922’ye gelindiğinde ise savaş kazanılmış, Saltanat ve Hilafete bakışı değişmiştir. Tabii Vahdettin’in bu zaman zarfında yaptığı hataları da görmezden gelemeyiz. Damat Ferit Paşa’nın yaptıklarına destek verir pozisyonda olması, Vahdettin’in meşruiyetini toplum nazarında zedelemiş oldu. Düşünün, Meclis Gizli Zabıtları’nda daha 1920 yılında bazı milletvekillerinin Vahdettin’e “hain” ithamını yönelttiklerini görüyoruz.2 Mustafa Kemal ise onlara rağmen yer yer Vahdettin’i savunmuştur. Nihayet Başkomutanlık Meydan savaşından sonra Atatürk’ün yaptığı meşhur konuşmada ‘mazlum İslam âlemi’ vurgusunun ağır bastığını görürüz.

Bence asıl kırılma, Lozan’da olmuştur. Lozan’da adeta bir buz dağına çarpılmıştır. İngiliz emperyalizminin Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti gibi İslamcı bir hükümetin Türkiye’yi yönetmesine izin vermeyeceği orada ayan beyan görülmüştür. Ve bu, bir dönüm noktasıdır.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin İslamî hüviyetten uzaklaşması kararı Lozan’daki baskılar neticesinde mi alındı yani? Şöyle de sorabiliriz: Türkiye’nin var olması bu şarta mı bağlanmıştı ve yöneticiler Türkiye’nin varlığının devamı için bu şartı kabul etti ve uyguladı mı?

Gördüğümüz kadarıyla TBMM kurulurken tamamen padişah ve halifenin başta olduğu varsayılarak kuruldu. İlginç bir meclis hükümeti kuruldu. Nitekim TBMM hükümetinin bir başkanı yoktu. Niye? Çünkü Halife vardı zaten başta.

1923’e kadar bu böyle geldi. Meclis’in özellikle Cuma gününe rastlatılan açılışı sırasında Peygamber Efendimiz’in (sas) sakal-ı şerif’inin ve Osmanlı’nın sembolü olan sancak-ı şerifin heyetin önünde taşınması, yurt geneline hatimler okunması, Buhâri-i Şerif hatmi için talimat verilmesi gibi uygulamalara rastlıyoruz. Bu talimat 22 Nisan 1920 tarihli İrâde-i Milliye gazetesinde yayınlanmıştır. Hatta TBMM’de 20 Ocak 1921’de alınan kararda, Meclisin Şeriatın korunması ve uygulanmasını üstlendiği belirtilir. Yani payitahtta bile rastlanmayacak ölçüde “dinci” bir meclis ve İslamcı bir devletin kurulması söz konusudur Ankara’da.

Lozan’a gidildiği zaman mı işler değişiyor?

Birkaç temel mesele vardı Lozan’da. Bilindiği gibi Misak-ı Milli tam olarak gerçekleşmiş değildi. Kapitülasyonların kaldırılması meselesinde tıkandı görüşmeler. Kapitülasyonlar sadece ticarî değil, aynı zamanda hukukî ayrıcalıklardı da. Çünkü Osmanlı düzeni farklılıklar üzerine kuruluydu. Farklı cemaatlere farklı hukuklar uygulanırdı. Türkiye kalkıp da kapitülasyonları kaldıracağını söyleyince kapitülasyonların tanıdığı haklarla korunan Batılı ülke vatandaşlarının azınlık konumuna geçme tehlikesi belirdi. Yani kapitülasyonlar kalkınca Avrupalı ve Amerikalılar Türkiye’de şer’î hukuka tabi olacaklardı ki, bu gerçekten de tuhaf bir durum yaratacaktı. Nitekim Lozan’da bu çıkışımız, büyük güçler tarafından kabul edilmedi.

Bunun üzerine Rıza Nur, Münir Ertegün ve İstanbul Hahambaşı Haim Nahum devreye girerek Avrupa mahfilleri ve Ankara ile iletişime geçtiler ve Gazi’den aldıkları talimat üzerine Lozan imzalandıktan sonra Türkiye’de medenî hukuka geçileceği sözü verildi. Böylece medeni hukukumuzun temelinin Lozan’da atıldığını görüyoruz.3

Medeni hukuka geçilmesi Lozan’dan önce gündemde değil miydi yani?

Belki daha sonraları bir zaruret olarak gene gündeme gelecekti ama o ana kadar böyle bir gündem maddesi yoktu meclisin. Lozan’daki 4 Şubat kesintisinin sebebi de buydu zaten. Hemen bir komisyon kuruldu Ankara’da. Çalışmalara başlandı ve İsviçre’den alınan son derece “tutucu” bir kanun, 1926’da alelacele medeni kanun olarak ilan edildi.

Misak-ı Milli sınırlarıyla ilgili anlaşmazlık nasıl aşıldı?

Bunun için de savaşı kazanan Türkiye’nin Osmanlı gibi cihangirlik sevdasında olmadığı yönünde sözler edildi. Zaten daha Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin ardından Mustafa Kemal Paşa yaptığı konuşmada cihangirliğin bittiğini ifade etmişti yabancı gazetecilerin önünde. Lozan’da şu net olarak ortaya çıktı ki, bir İslam devleti olarak devam edilirse bu emperyalizmin hakimiyetindeki dünyada yaşama şansımız kalmayacak ve her an tehdit altında bulunacağız. Nitekim bu süreç içerisinde mevcut değişime muhalefet edebilecek Atatürk’ün silah arkadaşlarının sistematik olarak dışlandığını görürüz.

1925’e gelindiğinde Atatürk’ün etrafında Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy gibi isimler kaybolur. Atatürk’ün çocukluk arkadaşı Cebesoy dahi 1925’de İzmir suikastı dolayısıyla yargılanmıştır. Karabekir’in ve diğerlerinin peşine adam salınmış, günlerce gölge gibi takip ettirilmiştir. Düşünebiliyor musunuz, Milli Mücadele’yi yapan ana kadronun hangi yollarla pasifize edildiğini. Bunlar sindirildi, Gazi’nin etrafında yeni bir grup oluştu ve ikinciler, Türkiye Cumhuriyeti’ni başlangıçtaki ‘tehlikeli’ dindar, İslamcı çizgiden koparmak üzere atağa geçtiler. Başardılar da…

Nitekim Attilâ İlhan’ın bir yazısında (Cumhuriyet, 10 Mayıs 2004) ustaca yakalandığı gibi, emperyalistlerin içerideki dinî oluşumları kendi aleyhlerine kullanabileceği saplantısına kapılmışlardı çünkü. Ancak bu, konjonktürel bir tedbir iken uzun zamana yayıldı ve sanki ilelebet sürecek bir temel kararmış gibi algılandı. Bugünkü laikliğin dine karşı tavır takınmasının temelinde bu gerçeği kavrayamamak yatmaktadır Attilâ İlhan’a göre. Bana göre de durum aşağı yukarı bu çerçevededir.

Bu değişim Atatürk’e rağmen yapılmış değildi fakat…

Mustafa Kemal de bu değişikliği isteyenlerin içindeydi ama onun da her sözü kanun değildi tabii ki.

Kitabınızda Atatürk’ün CHP tarafından tehdit edildiğini söylüyorsunuz.

CHP Atatürk’ü de içine alan ve Sivas Kongresi’nden başlayan bir siyasî oluşum. Sivas Kongresi CHP’nin ilk kurultayı sayılır. Nutuk’un okunduğu 1927’deki kurultay da ikincisidir. Atatürk askerlikten istifa ettiği halde ısrarla CHP’den istifa etmemiştir dikkat ederseniz.

Bir örgütün mantığı farklı işler. Üyeleri birbirlerini tutarlar, zaman zaman eleştirirler ama ortak bir akıl hakimdir örgüte. Zaman zaman başkanını bile frenleyen bir mantık geçerlidir burada. Düşünün, CHP Genel Sekreteri Recep Peker, Atatürk’e partinin genel sekreterinin cumhurbaşkanından daha yetkili olduğu Rusya modelini teklif ediyor ve ima yollu şunu söylüyordu: Sen artık sembolik başkan olarak kalacaksın. CHP genel sekreteri Komünist Parti genel sekreteri gibi olsun. Bu, aslında ciddi bir tehdittir. Atatürk bu tüzük değişikliğini kabul etmediği gibi Peker’in bakanlıktan da istifa etmesini istemiştir (15 Haziran 1936). Ancak bu derece ciddi bir tehditte bulunmasına rağmen Recep Peker Parti’den istifa ettirilmiyor, hatta İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Başbakan yapılarak ödüllendiriliyor bir manada.

Atatürk bugün daha bir “tek adam”, değil mi?

Belki de onun o dönem için tek adam olarak görülmesi, aşağıdakilere yapacakları işleri daha örtülü yapabilmelerine imkânını veriyordu! Bilmem anlatabildim mi?

Atatürk bugün olduğu gibi o zaman da CHP tarafından kullanılıyor muydu yani?

Özellikle 1935’ten sonra bu kullanma olayı daha da belirginleşti. Erik Jan Zürcher’in dediği gibi yarı emekli bir konumuna itiliyor ve Hatay Meselesi dışında protokol işlevi görüyordu Atatürk. Hatay’ın ve Boğazların denetiminin Türkiye’ye bırakılması da bana göre bir sus payıdır. Eğer emperyalizmin işine gelmeseydi verilmeyebilirdi. İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler faşizmi yükselirken Türkiye’deki ırkçılığa elken açan milliyetçi söylem bunlara tencere kapak gibi oturuyor, Türkiye’yi faşist kanada yakınlaştırıyordu. Ve Avrupa’da bir savaş tehlikesi beliriyordu. Ve Türkiye’nin saf değiştirmesi, Lozan’da verilen liberal kanatta olacağız sözünün dışına çıkılması tehlikesi beliriyordu. Bu yeni tehdit karşısında Türkiye’ye, ‘Sen bu milliyetçi söylemi bırak, Boğazlar meselesi ile Hatay’ı halledelim’ deniliyordu. Çünkü 1934-1936 yıllarının Meclis açılış konuşmalarında hemen hemen hiç ‘Türk milleti’, ‘Türk ırkı’, ‘Türk kültürü’ gibi tabirlerin geçmediğini, uluslararası (arsıulusal) medeniyete katılmanın önemsendiği yeni bir söyleme geçildiğini görüyoruz. Artık dünyadaki liberal kanatla uzlaşıldığını gösteren çarpıcı bir örnek bu. Biliyoruz ki, 1929 Buhranı’nın ardından Türkiye çok ciddi bir enflasyon problemiyle karşı karşıya kalıyor ve yabancı sermaye, dış yardım olmadan Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşaması imkânsız hale geliyor. Bu da Türkiye’nin önündeki seçenekleri daraltıyor. Kamplardan birine dahil olmak gibi bir tercihle karşı karşıya buluyor kendisini. Ve tercihini, keskin bir dönüş yaparak liberal kanattan yana yapıyor, yani İngilizler ve Fransızlardan yana…

Atatürk’ün yarı emekli konuma çekilmesinin sebebi ne? Kişisel hesaplar mı yoksa siyasî yaklaşım farklılıkları mı baş gösteriyor?

İç ve dış sebepler diye ikiye ayırabiliriz. Dış sebepler Türkiye’nin 1930’lardan itibaren ırkçı milliyetçi bir söyleme kendini kaptırmış olmasının getirmesi muhtemel tehlike. Mesela ilk kafatası ölçülen kişi Atatürk’tür. Antropolog Şevket Aziz Kansu bir alet geliştirmiş ve Atatürk’ün kafatasını nasıl ölçtüğünü 1938 Aralık’ında Halkevleri’nin çıkardığı Ülkü mecmuasında ölümü vesilesiyle bizzat kaleme almıştır.

Atatürk’ün kafatası Türk ırkı için model tabii.

Kesinlikle. Mesela İnönü’nün kafatasının Türk kafatası modeline uymadığı söylenir ama Cumhurbaşkanı olduğu için bunu yazmamıştır Kansu. İşte Türkiye’deki bu tehlikeli gidiş frenlenmek istenmiştir. Nitekim Owen Teedy adlı bir İngiliz yazar, 1930’da Current History dergisinde “Türkiye şu anda bir yol ayrımındadır; Mustafa Kemal kendi yatağını yapmıştır, şimdi onun içinde uyuması gerekir” diye ilginç bir yazı yazdı. Neden acaba?

Atatürk misyonunu tamamladı mı yani?

Bunu demek istiyor adam. Ama Türkiye bu çizgisini 1935’e kadar sürdürdü. Kültür-tarih devrimleri tüm hızıyla devam etti. Hitler ve Mussolini tehlikesinin ortaya çıkmasıyla birlikte ciddi bir sıkıştırmayla karşılaştı ve gerek İngiltere, gerekse Amerika’yla ciddi ekonomik anlaşmalar imzaladı. Bu, işin dış cephesi.

İçeride de başka etkenler rol oynadı. Artık 1935’teki Cumhuriyet Halk Fırkası 1923’deki Halk Fırkası değil. Uzun süren Başvekilliği zarfında İsmet İnönü hatırı sayılır bir güç elde ediyor partide. Montrö görüşmelerinde İnönü’nün baypas edilip işin Atatürk’le bitirilmesi İnönü’yü çileden çıkarmıştır. Bizzat Atatürk’ün yanında “Memleket içki masasından yönetiliyor” diyebildi. Tabii ki o da işine müdahaleyi içine sindiremiyor. Onurunu koruma mücadelesine giriyor ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin işlemesini istiyor.

Dış etkenler ve iç etkenler birleşince, buna bir de sağlık sorunları eklenince 1934 sonrasında Hatay olayı dışında Atatürk bir yarı emekli konumuna itilir. Ve bence o yıllar kim ne derse desin, Atatürk’ün rücu yıllarıdır. Dine karşı ya da daha laik diyebileceğimiz söylemlerini kısmen değiştirdiğini görürüz bu yıllarda. Hatta Pakistan Büyükelçisine, İslamiyet’in ne kadar asil ve akılcı bir din olduğunu vurgulayan demecini biliyoruz 1937’de.

Hatay’ın Türkiye’ye verilmesi sırasında da dinî bir propaganda yapıldığını görüyoruz.

Tabii. Halk oylaması öncesinde neler yapıldı? Zamanın Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer, Arı İnan’a anlattığı hatıralarında otomobillerle Anadolu’dan kaçak olarak şeyhler götürdük Hatay’a diyor. Ne için biliyor musunuz? “Müslüman Türkiye” propagandası yapmaları için!

Tekke ve zaviyelerin kapatılmış olmasına rağmen…

Evet ama işleri düşüyor yine onlara. Türkiye propagandası yapmak üzere Hatay’a şeyh taşınıyor Anadolu’dan. Pek bilinmez ama Mehmet Akif de Mısır’dan Hatay’a götürülmüştür TC lehine propaganda yapması için.

Halk Atatürk’ü seviyor ama Atatürk’ün partisi olan CHP’ye teveccüh göstermiyor. Neden?

Türkiye 1935-1938 arası parti devletidir adeta. Her ildeki CHP il başkanı valinin üzerine çıkarılır. İlçelerde kaymakam ona bağlıdır. Böyle olunca da devlet adına yapılan olumsuz icraatın da faturası CHP’ye çıkıyor. Aslında CHP, Milli Mücadele’nin rüzgârını arkasına alarak kurulmuş olmasına rağmen bu ödünç destek hariç hiçbir zaman halktan destek görmedi. Serbest Fırka tecrübesini düşünelim. Daha teşkilatlanmış bile değiller. Bir ara seçim yapılıyor. Fethi Okyar İzmir’e gittiğinde 10 binlerce insan toplanıyor, gezisi Anadolu’da büyük bir heyecan doğuruyor. Demek ki, CHP başarısız. Halk Atatürk doğru yapıyor ama CHP bu işi saptırıyor diye düşünüyor ister istemez. Kimse Atatürk başımızdan gitsin demiyor. Gerçi bir kişi var bunu diyen…

Kimdir o?

Arif Oruç isimli İnönü ve Atatürk’ü de tanıyan bir gazeteci, çıkarttığı gazetede Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığından ayrılarak başbakan olmasını, Mareşal Fevzi Çakmak’ın Cumhurbaşkanı olmasını teklif ediyor. Ona göre Türkiye İnönü’yle, yani CHP kafasıyla bir yere gidemez diyor. Sonra da yurt dışına kaçmak sorunda kalıyor.

Muhalefet, Serbest Fırka kapatılınca daha bir yoğunlaşıyor. İsmet İnönü de bunun farkında ve Atatürk’e gelip ‘Siz bizim başkanımızsınız, safınızı belirleyin’ diyor ve Serbest Fırka’nın kapatılması da İnönü’den biliniyor. Tek Parti devri, malum. 1946 seçimleri ise tam bir rezalet. Halk Demokrat Parti’ye oy verdiği halde yine CHP’yi seçmiş gibi gösteriliyor. CHP hiçbir çok partili seçimi kazanmış değil, Ecevit’in 1977’deki yüzde 42’si hariç…1946’dakine seçimi kazanmak diyemeyiz zaten 1950’de ilk serbest seçim yapılınca durum bütün açıklığıyla ortaya çıkıyor. İşte halkın o hıncı bence bugün de devam ediyor. Topluma rağmen bir şeyler yapma, topluma dayatma tavrına karşı halk da o zamanlardan beri tavrını koyuyor CHP’ye.

Tarihimiz mitolojik figürlerden mi oluşuyor? Ya yüceltip göklere çıkarıyor, dokunulmazlık atfediyoruz ya da tam tersi.

Mitoloji, tarihin kız kardeşidir, derler. Batı lisanlarında tarih (history) kelimesi, story, yani ‘hikâye’ kelimesi ile aynı kökten gelir. Bu akrabalık bugün de devam ediyor aslında. Bu neden kaynaklanıyor? Bir kere insanlara hafızaları bir oyun oynuyor. Hafızamız bazı hatıraları geri iter, bazılarını da öne çıkarır. Bu bizim elimizde olmayan bir mekanizmadır. Meselenin bir başka yönü de şudur: Eğer kendimizi anlatacaksak seçmeci davranırız. Başarılarımızı anlatmayı tercih ederiz. Örgüt ve kurumların tarihlerinde bu durum daha çok ön plana çıkar.

Mesela Misak-ı Milli meselesi. Ders kitaplarında nasıl anlatılır Misak-ı Milli? Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını elde edebilmek için edilmiş bir yemindir. Bu önce 28 Ocak 1920’de Osmanlı Mebusan Meclisi’nde kabul edilmiş, sonra da TBMM’de. Ama Misak-ı Milli’nin çizili bir haritası olduğunu bilmiyoruz. Deniliyor ki, gayemiz “Osmanlı İslam ekseriyeti”nin ağırlıkta olduğu bölgelerin kurtarılması. O zaman bu ekseriyetin içine Kürtler ve Araplar da giriyordu tabiatıyla. Fakat malum, bu hedefe ulaşılamadı çeşitli sebeplerle.

TBMM zabıtlarından öğrendiğimize göre Sırrı Bey isimli bir zat Lozan görüşmeleri sırasında Mustafa Kemal’i eleştiriyor. Diyor ki: “Misak-ı Milli’nin hiçbir noktası temin olunamadı… çiğnendi, heba oldu, iptal edildi. Battal edildi.” Lozan’da Batı Trakya yok, Batum gitti, Musul gitti, Kerkük gitti, Hatay gitti, Ege adaları ve Kıbrıs gitti. Üstelik Yunanistan’a yaptığı zararları tanzim ettirecektik, bunu da başaramadık. Peki bu nasıl bir Misak-ı Milli? Yeminimiz nereye gitti?

Buna karşılık Mustafa Kemal Paşa şu ilginç sözleri söylüyor kürsüden:

Misak-ı Milli şu hat, bu hat diye hiçbir vakitte hudut çizmemiştir. Bu hududu çizen şey milletin menfaati ve heyet-i celilenin isabet-i nazarıdır. Sırrı Bey Misak-ı Milli’nin ne olduğunu anlamamıştır.

Bu durumda Misak-ı Milli bugün de gündeme gelebilir?

Mustafa Kemal’in söylediğinden bu da çıkıyor ama bakın İzmit Milletvekili Sırrı Bey ona nasıl cevap veriyor:

Paşa hazretleri, çok teşekkür ederim ki sözlerimi şayan-ı müdafaa buyurdunuz, anlamadığımı söylediniz. Misak-ı Milli’nin bendeniz, min gayri haddin, muharrirlerindenim.

Yani anlamadığımı söylüyorsunuz ama onun yazanlardan biri de benim. Ne olacak bu durumda? Bunun üzerine Mustafa Kemal TBMM kürsüsünden, “Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok bela koydunuz” diye bağırır Sırrı Bey’e. İşte bugünkü Misak-ı Milli mitolojisi bu gerçekleri görmezden gelir.

Ben özgürleşmek için, bu meseleleri daha sağlıklı tartışabilmek için ilk kaynaklara dönerek yeniden bir inkılap ve milli mücadele tarihi yazılması gerektiğini düşünüyorum. Bu çabayla Milli Mücadele’ye bakışımız değişecektir. Millet Meclisi’nin duayla açıldığını söylemek bir şey değil. O içerideki bir tavrın dışa yansımış hali.

20 Ocak 1921’de bir program yayınlanıyor ve kanunlaşıyor. 9 maddelik bu programın 7. maddesi şöyle: Meclis’in ve hükümetin yapması gerekenler: “Şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi, kanunların konması, değiştirilmesi ve feshi TBMM’nin görevidir. Kanunlar yapılırken halka ait işlerde zamanın ihtiyaçlarına en uygun fıkıh hükümleri adap ve muamelat esas alınır.” Görüyoruz ki, TBMM Halifenin ve İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın yapması gereken teşriî, yani şeriata göre yasama işlerini üzerine almış bir kurum olarak görüyor ve takdim ediyor kendisini.

Cumhuriyetimiz zaten kurulduğu haliyle yeterince sivil bir hüviyetteymiş o zaman.

Şimdilerde Cumhuriyet’i sivilleştirmekten bahsediliyor ama ben onun daha başlangıçta bizzat sivil bir ruhla kurulduğunu düşünüyorum. Mesela Erzurum Kongresi, Mustafa Kemal’in sonradan katıldığı ve “Şark fatihi” Kâzım Karabekir’in ağırlığının olduğu kongredir. Erzurum ve Trabzon Müdafaa-i Hukuk temsilcileri tarafından Kongrenin 10 Temmuz’da yapılması planlanmıştır önceden.

Neden 10 Temmuz’da yapılması düşünülmüştür? Çünkü 10 Temmuz, Meşrutiyet’in yıldönümüdür de ondan. Nasıl İkinci Meşrutiyet Osmanlı düzeninde yeni bir sayfa açmışsa, bu kongre de parçalanan devletin kaderinde yeni bir sayfa açmaya niyetlidir. Ne var ki, hazırlıklar yetişmemiştir 10 Temmuz tarihine. Bu sefer de ne yapılmıştır? 10 Temmuz’un Gregoryen takvimdeki karşılığı olan 23 Temmuz tarihine ertelenmiştir Erzurum Kongresi’nin açılışı. Buyurun, Osmanlı siyasî düzeniyle Cumhuriyet’in başlangıcı arasında sıkı bir alaka daha…

Mustafa Kemal Erzurum Kongresi’ne katılmak ister. Kabul edilmez çünkü İstanbul’dan gelmektedir. Padişah, İngilizlerin elinde esirdir. Bu yüzden Mustafa Kemal’in İngiliz casusu olabileceğinden şüphelenilir. Ne zaman ki, Kâzım Karabekir Paşa devreye girer, aracılık eder ve ancak bu şekilde Mustafa Kemal kongreye kabul edilir. Ondan sonra da kongreye askerî üniformayla katılması ayrı bir problem olur. Sonradan Gümüşhane milletvekili olan Zeki Kadirbeyoğlu’nun, kendisine, “Burası sivil bir kurumdur, içeriye üniformayla giremezsin” dediğini biliyoruz. Bunun üzerine Mustafa Kemal de gider, üstünü değiştirir ve bu defa sivil bir kıyafetle kongreye katılır. Bu bile Milli Mücadele’nin sivil ruhunu yeterince ortaya koymaya yeterli bir olaydır.

Bir cevap yazın