Et ve taş
Öyle başlığa bakıp da önünüze kanın sos olarak kullanıldığı bir tabak İtalyan makarnası da benim süreceğimi zannettinizse aldanacağınızı bilmenizde yarar var. Bu yazının güncellikle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Ne var ki bu, insanlık tarihinin başından beri var olan iktidar-insan bedeni-şehir ilişkisinin insanın bugün de gündeminde yer alan temel sorunlarla ilişkisiz olduğu anlamına gelmez. Aksine özgürlük ve iktidarın yapısının sorgulanması gibi insanlık tarihinin hiç bitmeyen bir güncel konusuyla ilgileneceğiz bugün.
Hemen belirtmem gerekiyor ki, yazının başlığı, Türkçe’de daha çok Kamusal İnsanın Çöküşü adlı tartışma başlatan kitabın yazarı Richard Sennett’ın bir kitabından alındı: Flesh and Stone (Faber and Faber 1996). İlk bakışta biraz fazla ‘çıplak’mış gibi gelen kitabın ismindeki esrar perdesi, altbaşlığını okuyunca yavaş yavaş aralanır gibi oluyor: Batı Medeniyetinde İnsan Vücudu ve Şehir. Sennett kitabında, Cennetten yeryüzüne indirilen insanoğlunun dünyada kendisini “evi”nde hissedeceği ortamlar vücuda getirme mücadelesini çözümlüyor.
Şehirler her zaman ikili -belki de iki yüzlü-bir işlev üstlenmişlerdir insanlık tarihinde. Bir yanıyla iktidarın merkezi, onun insana, bedeniyle, diliyle, aklıyla hükmetme mahalleri olarak hizmet etmişken, garip bir şekilde aynı zamanda da insanın iktidara direnebilmesinin ön şartlarını, zeminini de oluşturmuş bulunmaktadır. İktidarlar şehri kullanarak insan bedenine tahakküm etmenin çarelerini araştırırken, şehir alttan alta, ördüğü çok katlı beşeri ilişkiler ağı sayesinde insan özgürlüğünün vaatleriyle dolu verimli bir toprak özelliğini taşımayı başarmıştır.
Her şeye rağmen özgürlük, tam da iktidarın en karmaşık ağlarını ördüğü ve bu sayede belki de farkında olmadan kuşatmak istediği insanın da örgütlenmesine hizmet ettiği için yalnız şehirlerde teneffüs edilen bir şeydir. Günümüzde de böyle değil mi? Bunca insanın, büyük şehirlerin kapılarına yığılmalarının temelinde bu gerilimin dayanılmaz cazibesi rol oynuyor değil midir?
Bu konuya ilginç bir bağlantıyı, size belki garip gelecek ama iletişim üzerine yazdıklarıyla çığır açmış olan Marshall McLuhan kuruyor. Medyayı Anlamak (Understanding Media) adlı kitabında elbisenin kültür içinde insanın “ikinci derisi” haline gelişiminin altını çiziyor. Elbise, insanın dünyaya açılmasının ilk basamağını teşkil etmektedir. Dünyayı kendi bedeninden itibaren kurmaya başlar insan. (Bu nedenle de siyasi iktidarlar bedeni, bedenin örtüsü ve ikinci derisi olan giyim kuşamı zapt u rapt altına almak yönünde hususi bir alaka sahibidirler. İnsan vücudunun nasıl bir örtüye büründürüleceğinin iktidarların sürekli iştahını kışkırtmış olmasının altında yatan sebep budur.)
McLuhan’a göre elbiseyi ev, yani mesken takip eder. Elbise nasıl ikinci deri ise, mesken de insan için üçüncü bir deri vazifesini yüklenir. Bir adım daha atma imkanını yakalar çevresine doğru insan meskeniyle. Kendisini mevcut derisi dışında duvarlar ve çatı altında ikinci bir koruyucu katmanla sarıp sarmalamıştır artık.
Sıra asıl büyük koruyucu deriye gelmiştir: Şehir dördüncü deri olarak insanın uzanımlarını (extensions) azamiye çıkartır. Nitekim eskiden şehirlerin etrafını çeviren surlar, tıpkı evin duvarları gibi, tıpkı vücudumuzu kuşatan ve örten elbiselerimiz gibi ve tabii derilerimiz gibi insanları sarıp sarmalamakta ve onların güvenliğini -bu güvenlik yalnız düşmanlara karşı değil, aynı zamanda tabiatta bulunan iyi saatte olsunlara karşıdır da- teminat altına almaktaydı. Nitekim surların ve şehir merkezinin yerleri belirlenirken dualar okunması, ayinler düzenlenerek kutsanması, bu bölgelerin yalnız düşmanlara karşı değil, Eflatun’un Kanunlar adlı kitabında dile getirdiği gibi, kötü ruhlara, cinlere, şeytanlara.. karşı da efsunlandığını asırların içinden kulağımıza fısıldamaktadır.
Şehirde özgürlük, onu kuran ve yönetenler açısından değil, yaşayanlar açısından bakıldığında ancak kendisini ele verir. Şehri insan bedenini kontrol edecek bir alet gibi görenlere karşı uzun mu uzun bir destan yazmışlardır. Onu kendi bedenlerine nihai “deri” olarak eklemeye çalışanlar.
Velhasıl elbiseden başlayıp surlarda nihayet bulan bir maceradır insanınki. Lawrence Durell Balthazar’da, “Yarı-düşsel (ama gene de tam anlamıyla gerçek) kent bizim içimizde başlar, bizim içimizde biter, kökleri belleğimizdedir.” derken şehri yolculuğuna başladığı noktaya döndürmekten başka bir şey yapmıyordu aslında!