İslamcılık uçurumu

İslamcılık uçurumu

28 Şubat sürecinin demokrasimiz için “hayırlı” sonuçlar doğurduğunu beyan eden itirafçılar silsilesi yeni üyeler kazanmaya devam ederken, İslamcılık veya siyasî İslam tartışmaları da bütün hızıyla sürüyor.

Yalnız yerli yazarlar değil, “yabancı” yazarlar da bu canlı tartışmaya katılıyorlar.

Kur’an’ı “asrın idraki”ne söyletmekti İslamcılık düşüncesinin yola çıkış amacı. İslam’ın terakkiye, ilerlemeye engel olmadığını, aksine her türlü teknik ve ilmî gelişmenin yanında bulunduğunu iddia ediyor, koparılmak istenen “hayat” ile “din” arasındaki bağlantının önemini vurguluyordu. Hilafeti bir tür şûraya, şûrayı da bir tür parlamentoya bağlıyordu. Sonuçta İslamcılık, modern (asrî) olmadan çağdaş (muasır) olmanın mücadelesini veriyordu.

Kapsamlı ve “büyük” bir projeydi. Filibeli Ahmed Hilmi’den Mehmed Âkif ve Said Nursi’ye kadar uzanan ışıltılı ve zahmetli bir çizgide pek çok sıradışı zekânın katkılarıyla şekillenmiş, olgunlaşmıştı.

Öbür taraftan 1924’te hilafetin ilgası, İslam âleminde, özellikle de Hind ve Mısırlı aydınlar nezdinde bir başka tartışmayı başlattı. İslam âlemi, başsız olamayacağına göre hilafetin ilgasından sonra Müslümanlar siyasî alanda varlıklarını nasıl koruyacaklardı? İşte Mısır’da Ali Abdurrazık ve Hasan el–Benna’nın başlattıkları, Seyyid Kutub’ların izlediği çizgi, tam da Osmanlı’nın arkasında bıraktığı “devletsiz Müslümanlar”a İslamî bir devlet projesi geliştiriyordu.

Bunu yüzyılımızın ortalarında Pakistan tecrübesi izledi. M. İkbal ile başlayan çizgi, siyasal alanda Mevdudi ve Cemaat–i İslamî çizgisi karşısında geriledi; sonuçta Pakistan, bir “İslam devleti” olarak kuruldu.

İslam devleti kavramı, Seyyid Kutub–Mevdudi çizgisinde en parlak ve keskin ifadelerini yakalarken, bu defa İran’da 1979’da “İslam devrimi” patlak verdi ve Türkiye’de radikal İslam söylemi, bu üçüncü momenti de bünyesine katmakta sakınca görmedi.

Haddizatında gerek Mısır, gerek Pakistan, gerekse İran, birbirinden çok farklı sosyolojik temellerden hareket eden İslamcılıklar geliştirmişlerdi. Bir İbn Teymiyyeci söylemin İran gibi irfanî (tasavvufî) boyutu her zaman gururla boynunda taşımış bir siyasî söylemle örtüşmesi mümkün değildi. Mevlânâ etkisi altında şekillenen Pakistan ve İran tecrübelerinin Mısır’ın daha ‘zahirî’ söylemiyle sorunsuzca buluşması ihtimali pek zayıftı. Sonuçta bunlar farklı ‘İslamlar’ı temsil eden İslamcılıklardı. Zaten kendi aralarında da tartışma ve polemikler hiç eksik olmamıştı.

Gelin görün ki bu üçlünün Türkiye’de zihinleri uzun zaman dinî bir kültürden yoksun bırakılmış gençlik üzerindeki etkileri muazzam oldu. Onlar “kendi” siyasî tecrübelerini bir çırpıda reddettiler ve Asr–ı Saadet’e kadarki geçmiş bütün İslam tarihini silip attılar.

Oysa şu nokta unutuluyordu: Bu topraklar İslam’ın son büyük kalesiydi ve o beğenmedikleri Osmanlı Devleti, Batı emperyalizmine karşı direnen son cepheydi; sadece savaş meydanlarında değil, siyasî ve kültürel alanda da.

Kendi kültür ve bilgi kökleri yolunmuş, zihinleri tıraş edilmiş nesiller, bağlamlarına oturtmayı bilmeden, yukarıda adları geçen üç ülkeden yapılan tercümeleri zihinlerine tuğla yığar gibi üst üste koydular ve buradan bir siyasî proje çıkacağını zannettiler. Oysa eğer bir proje “siyasî” olacaksa, o toprakların “siyasî kültürü”ne ve birikimine, geleneğine dayanması gerekirdi.

Babanzade Ahmed Naim yerine Mevdudi’yi, Said Halim Paşa yerine Seyyid Kutub’u, Tunuslu Hayreddin Paşa yerine Mutahhari’yi okuyanların ayakları yere ne kadar sağlam ve sağlıklı basabilirdi? İşte gerek Risale–i Nur cemaatinin, gerekse Büyük Doğu hareketinin “dışarıdan gelen” İslamcı dalgayı bir türlü itimada layık bulmayışı ve sık sık eleştirmesinin temelinde bu “yerlilik” kaygısı yatmaktaydı.

Gelecek hafta tartışacağımız Bassam Tibi’nin Boğazın İki Yakası adlı son derece sıradan ve hatalarla dolu bir “Alman” kökenli İslamcılık yorumu ve eleştirisinin en büyük medya kuruluşlarımızdan biri tarafından kamuoyuna sunulmasında da, aynı hataların devam ettiğini görüyoruz ne yazık ki. Bir zamanlar İslamcılar nasıl Arap, İran ve Pakistan kökenli yazarların kitaplarını ceffelkalem kendilerine destek olarak çevirtiyorlarsa, laikler de aynı yanlışa yuvarlanıyorlar; onlar içerideki İslamcılığın kökünü, dışarıdan getirttikleri dezenfektanlarla kazınacağını sanıyorlar.

Nietzsche ne demişti: “Uçuruma uzun süre bakarsan, uçurum da senin içine bakar.” İslam’ı yıllar yılı bir “uçurum” yerine koyanlar, bugün içlerinde açılan uçurumu derme çatma malzemeyle doldurma telaşındalar! Yazık!

Bir cevap yazın