İsmet Paşa mandacı mıydı?

İşgal altındaki İstanbul’a gazeteci kimliğiyle gelmiş olan romancı Ernest Hemingway (sonradan Nobel Ödülü de alacaktır) şu cümleyi düşer not defterine: “Mustafa Kemal’in kimselerin unutamayacağı, İsmet Paşa’nın da kimselerin hatırlamayacağı bir yüzü var.”

Ünlü romancı bu manidar cümleyi sarf ederken herhalde kimsenin hatırlamayacağı bir siması olduğunu söylediği İnönü’nün bu ülkede bir asır sonra dahi tartışılacağına zerre kadar ihtimal vermezdi. Bugün İnönü öylesine çetin bir kapalı kutudur ki, korkarım tam olarak açılmasına 21. yüzyılın ilk yarısının da nefesi yetmeyecektir.

Başbakanken eleştirilemezdi (kekeme Serbest Fırka dönemi hariç). Cumhurbaşkanıyken hiç eleştirilemedi. 1950’de iktidarı Demokrat Parti’ye eski defterleri açmamak şartıyla devrettiği için hesap sorulmaktan kurtuldu. 27 Mayıs’ta yeniden kutsandığı için kimse yan bakamadı. Adalet Partisi’nin iktidara geldiği 1965’ten sonra basında ciddi bir eleştiri yapılır gibi oldu ama bu da askerin “Paşa”sına sahip çıkmasıyla boşa çıkarıldı. Öldükten sonra kutsama yarışı devam etti ve bugüne böyle geldik…

Velhasıl kapanmamış (hatta henüz açılmamış) bir hesap var ortada. O kadar ki, İnönü’nün fiilen yaklaşık 50 yıl (30 yılı bizzat, 20 yılı da el altından) süren baş döndürücü uzunluktaki saltanat devrinin yeni yeni çözülmeye başladığını söyleyebiliriz.

Mesela onun Amerikan mandacısı olduğunu henüz tartışmadık bile. Kâzım Karabekir’in İstiklal Harbimiz adlı hatıratına aldığı bir mektup, Mustafa Kemal Samsun’a çıktıktan aylar sonra bile İsmet Bey’in bırakın Anadolu’ya geçmeyi, açıkça mandacılığı savunduğunu kendi el yazısıyla ortaya koyuyor.

Tarih: 27 Ağustos 1919. Albay İsmet Bey şöyle yazıyor işgal İstanbul’undan Erzurum’daki görevine çoktan başlamış olan sevgili arkadaşı Karabekir Paşa’ya:

“Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerika milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır deniliyor ki, ben de tamamıyla bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan bir Amerika’nın murakabesine tevdi [kontrolüne emanet] etmek, yaşayabilmek için yegâne ehven çare gibidir.”

Mektup çarpıcı. Lakin mektubu yazdığı Karabekir Paşa’nın onu yorumlayışı büsbütün çarpıcıdır. Karabekir’e göre mektupta bir düşünce (mülahaza) değil, bir “ruhî hastalık” dile gelmiştir. Arkasından da İnönü için “müstebid (despot) ruh” ve “hâris (hırslı) dimağ” tabirlerini sıralar.

Bu mektup karşısında askerî ve siyasî tarihimizin “ayrılmaz ikili”si sayılan Mustafa Kemal Atatürk ile Mustafa İsmet İnönü’nün inanışları, politika ve angajmanları arasında devamlılık mı yoksa kesinti mi vardır? sorusunun dürüstçe cevaplandırılması gerekir.

Şu soruların da tabii: Gerçekten de Mustafa Kemal “Tek Adam”, İnönü de “İkinci Adam” mıdır?

Bir kere vaktiyle Cemal Kutay’ın dikkatimizi çektiği gibi bir mantık hatası vardır Şevket Süreyya Aydemir’in adlandırmasında. Aydemir, Atatürk hakkında kaleme aldığı Tek Adam adlı kitabının arkasından İnönü’yü “İkinci Adam” olarak lanse eden bir başka üç ciltlik kitap yazmıştır. Böylece Cumhuriyet’in ilk çeyrek asrının büyük kısmına damgalarını vurmuş olan bu iki liderin sadece siyaset değil, zihniyet ve şahsiyet itibariyle de ayrılmaz ikili oldukları algısı oluşturulmuş ve pekiştirilmiştir.

Zaten bu algı yönetimi İnönü’nün Atatürk öldükten sonra yürüttüğü politikanın kendisidir. İnönü bir yandan kendisini “Yeni Atatürk” olarak tahkim eder, “Kral öldü, yaşasın yeni Kral” sloganına sarılırken, diğer yandan sanki onun politikalarıyla kendisininki arasında hiçbir ek izi yokmuş gibi bir algı oluşturmaya girişmişti. Bu algı çarpık marpıktı ama Şevket Süreyya gibi propagandistlerin gayreti ve ders kitaplarına kadar sokulmak suretiyle tuttu.

Oysa Kutay’ın da dediği gibi “Tek Adam”ın “İkinci”si olmaz! Tek, benzersizlik ifade eder ve ”Birinci” demek değildir. “Birinci”nin “İkinci”si olabilir, lakin “Tek”in “İkinci”si olmaz. Birisine “Tek” diyorsanız ona ekleme veya ilave yapamazsınız. Dolayısıyla “İkinci Adam” tabiri en baştan sakattır. İnönü “İkinci Adam” olamaz. Olmadı da zaten.

Ancak Atatürk de “Tek Adam” değildi. Gerek Milli Mücadele’ye başlarken Padişah ve hükümetin desteğini alışında, gerek Anadolu’ya geçtikten sonra Karabekir, Rauf (Orbay), Ali Fuat (Cebesoy) ve Refet (Bele) gibi öncülerin yardım ve desteklerinde, gerekse Ankara’da Fevzi (Çakmak) ve İsmet (İnönü) gibi askerler yanında Şeyhler, Alimler ve Kürt aşiret reislerinden yardım isteğinde onun “Tek Adam” olmadığını görürüz. Cumhuriyet’in ilanından, özellikle de 1926’dan sonra “Tek Adam”lığından bahsedilebilir, ancak burada da Tevfik Rüştü Aras, Şükrü Kaya, Recep Peker ve Reşit Galip gibi has adamlarını kullanarak adımlar attığını göz önünde tutmak gerekir.

Demek ki ne Atatürk mutlak manada “Tek Adam”dı, ne de İnönü “İkinci Adam”. Bunlar tamamen ideolojik tabirler olup gerçeğe zaman tam olarak tetabuk etmez.

İnönü bilmecesi

Gelelim İnönü bilmecesine ve iki soruda konuyu toparlayalım:

1) İnönü Milli Mücadele’ye neden bu denli geç katıldı?

2) İnönü neden Amerikan mandasını destekledi?

Burada bir parantez açarak İnönü’nün manda meselesinin konuşulduğu Sivas Kongresi’ne katılmadığını ama kongre öncesinde Amerikan mandası istediğine dair mektubu yazdığını hatırlayalım. Mektup Erzurum Kongresi 7 Ağustos’ta kapandığına göre bundan 20 gün sonra ve Sivas Kongresi’nin başlamasından bir hafta önce yazılmıştır. Evet, İsmet yoktur ama Sivas Kongresi’nde Türkiye mandasının Amerika’ya verilmesine taraftar olduğunu yakın arkadaşı Karabekir’e bildirmek ihtiyacını da duymuştur.

Öte yandan Sivas Kongresi’nde ABD mandası konuşulurken Mustafa Kemal’in (Sina Akşin gibi bir Kemalisti bile hayrete düşüren) sessizliği ve Rauf Bey’i araya sokarak ortalığı yatıştırmaya çalışması ilginçtir. Keza ABD Kongresi’ne yazdığı ortak imzalı mektubun gönderilip gönderilemediğini Nutuk’ta her nasılsa unuttuğunu görüyoruz.

Oysa Sivas’ta mandanın ABD’ye verilmesi açıkça konuşulmuş ve karara bağlanmış (bkz. madde 7), Mustafa Kemal de buna ses çıkarmamıştı. İddiamın en ciddi kanıtlarından biri, Hoover Enstitüsü’nden temin edip yayınladığım mektuptur, diğeri M. Kemal’in The New York Times’a verdiği 4 Mayıs 1920 tarihli mülakattır. Mülakatta muhabir şöyle sormuş, Mustafa Kemal Paşa da aynen şöyle cevaplandırmıştır:

“Milliyetçilerin bütün Türkiye’yi kapsayacak Amerikan mandası hakkında ne hissetiklerini sorunca Kemal şöyle dedi: Biz mandayı bir süre önce istemiştik. Daha sonra şartlar öyle gelişti ki, Amerika mandayı üstlenemedi.”

İnanmayanlar için İngilizcesini de yazıyorum buraya:

“When asked how the Nationalists felt about the American mandate for all Turkey, Kemal said: We asked for it some time ago. Later conditions may be such that America cannot take the mandate.”

Görüldüğü gibi BMM’nin açıldığı sıralarda kendisiyle konuşan ABD gazetesi NYT’ın muhabirine Mustafa Kemal “Bizim mandacılıkla ne alakamız var? Olur mu öyle şey?” diyemiyor. Ne diyor? “Evet, istemiştik ama şartlar Amerika’nın mandayı kabul etmesine elvermedi” diyor. Arzu eden kendi gözleriyle de okuyabilir önceki sayfadaki metni.

Demek ki, okuduğunuz yazı mandacılık suçunu İnönü’nün üzerine atarak Atatürk’ü temize çıkartan cinsten değil.

Artık yurttan kaçmış olan Halide Edip’i Nutuk’ta mandacılıkla suçlamak kolay. Ama aynı tarihte Halide Edip kadar mandacı olanların sonradan düşman bellediklerini mandacılıkla suçlayıp kendilerini sütten çıkmış ak kaşık yerine koymalarını da dürüstlükle bağdaştırmak zor. Buna çok da şaşırmıyoruz, zira bu tavrın yakın tarihte o kadar bol örneği var ki.

Mustafa Kemal’in mandacı olup olmadığı meselesini burada keselim ve ileride daha müsait bir vesileyle yeniden gündeme getireceğimizi vaad ederek İnönü’nün çuvala değil, çuvallara sığmayacak kadar iri kıyım olan ABD mandacılığına eğilelim.

İşte o mektup

Artık İnönü’nün mandacılığı savunan mektubundan daha geniş bir alıntı yapma zamanı geldi. Şöyle yazmış hazret (buraya kısmen sadeleştirerek alıyorum):

“Şimdi İstanbul’da belli başlı iki akım vardır. Amerikan ve İngiliz taraftarlığı… Eğer Amerika’nın gelmesi suya düşerse İngilizlerin topraklarımızın bugünkü bölüşümünü genişletmekten başka yapacakları bir şey kalmıyor ki, Fransızlar ve İtalyanlar ona bu konuda yardımcı olacaklar, karşı çıkmayacaklardır. Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerika milletine başvurulsa çok faydası dokunacaktır deniliyor ki, ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Ülkenin bütünlüğünü parçalamadan Amerika’nın kontrolüne emanet etmek, yaşayabilmek için tek (yegâne) katlanılabilir çare gibidir. Bu pazarlığın sürdüğü bir zamanda Amerika lehine ağırlık koymak gerekir” (İstiklâl Harbimiz, I, YKY: 2008, s. 193-195).

İsmet Bey (o tarihte henüz Bey’dir) aynı mektubunda Askerî Şura’dan ihraç edilmesinin sebebini, hükümetin kendisini İstanbul’a silah ve cephane gönderiyor zannetmesine bağlıyor; hatta bu işle zinhar hiçbir alakası bulunmadığını temin ediyor ve şu çarpıcı cümleyi ekliyor:

“Tam tersine Anadolu’da tutulan hatalı yolun inat ve ısrarla takibinden doğan sonuçlar bakalım ne olacaktır?”

Yani: 1) ABD mandasına taraftar olan ve 2) Milli Mücadele’ye inanmayan ve onu “hatalı yol” olarak gören bir İsmet Paşa portresi çıkıyor bu mektuptan. Kitabının sonuna İnönü’nün el yazısıyla yazılmış olan orijinalini koyan Karabekir Paşa, altına da çarpıcı şu yorumu eklemiş:

“İsmet Bey’in bu mektubunda Anadolu’daki hareket hakkındaki görüşünde hiç isabet yok. Anadolu’da asayişsizlikten, anarşiden ve sonucu büyük olacak bir felaketten söz ediyor. Oysa o tarihte vaziyet iyiye doğru gidiyor, belki de her zamankinden daha iyi haldedir.”

İşin peşini bırakmayan Karabekir, bir dipnot daha düşerek İnönü’nün Amerikan mandası taraftarlığı ve Anadolu’daki harekete inanmayışının yalnız Ağustos 1919 tarihli mektubuyla sınırlı kalmadığını, bunun 1920 başlarına kadar devam ettiğini de kaydeder. İstanbul’da kalıp orada kurulacak olan yeni hükümete girmek için uğraşmış ve bu yüzden Milli Mücadele’ye geç katılmıştır.

Ancak kapağına akademik unvanlar sıralanarak yazılan İnkılap Tarihi kitaplarında bu hayatî belgeye nedense yer verilmez.

Neden peki? Zira İnönü kendisine ihtiyaç duyulduğu yıllarda hiç de hakkı olmadığı halde kahraman yapılmak istenmişti ve geçmişindeki gediklerin resmî tarihin acemi sıvacıları tarafından itinayla örtülmesi gerekiyordu.

İşte bu örtme işlemine bizde Tarih diyorlar!

Öte yandan Ocak 1920’de geldiği Ankara’da Ali Fuat Paşa’ya “Mustafa Kemal Paşa burada kalmam için emir vermedi. Esasen buraya şahsıma taalluk eden (ilgilendiren) bazı sebeplerle İstanbul’a dönmek üzere geldim” diyen ve hazır Anadolu’ya geçmişken Milli Mücadele’ye katılmayıp İstanbul’a dönen de aynı İsmet Bey değil miydi?

Burada, “Kendisine kalması için emir verilmesini bekleyen, verilmeyince de geri dönen bir kahraman nasıl oluyor?” diye sormak gerekmez mi? Hem Mustafa Kemal kendisine neden bir görev vermemişti acaba? Bu da merak uyandırıcı bir durum değil mi?

Atatürk’ün Nutuk’undaki telgraflar bile İsmet Bey’in Milli Mücadele’ye inancının olmaması bir yana, mandacılığın kabul edilmesi için canla başla çırpındığını gösterir.

Ahmed İzzet Paşa’nın İstanbul’dan Amerikan mandasını kabul etme teklifini içeren layihasını Erzurum’daki Heyet-i Temsiliye’ye İsmet Bey göndermiş, teklifin Milli Mücadele’nin liderleri tarafından kabul edilmesi için gayret sarf etmiş ve bu işin peşini de kovalamıştır. Sonunda Karabekir Paşa, İsmet’in yüzüne karşı işi kestirip atmak zorunda kalır:

“Millet ittifakla mukavemet kararını vermişken zatî bir layihadaki manda esaslarını münakaşa ve kabul etmeye Heyet-i Temsiliye yetkili değildir.”

Bu görüşe Mustafa Kemal katılır ve Heyet-i Temsiliye adına Karabekir’e şu telgrafı çeker:

“İsmet Bey’e mezkûr layiha hakkında (Karabekir tarafından) verilen cevap pek isabetli ve uygun görülmüştür. Teşekkür ederiz.”

Durumu şöyle özetleyebiliriz:

İsmet Bey hararetle taraftar olduğu Amerikan mandasını Anadolu’daki arkadaşlarına, hatta onların kesin olarak Milli Mücadele’ye atılma kararını ittifakla vermiş oldukları günlerden sonra bile mutlaka kabul ettirmek için durmadan telgraflar çekerek çalışmış ve bu konuda, İstanbul’da mandacıların da sözcülüğünü yapmak suretiyle Milli Mücadeleciler karşısında başlıca “mandacı” olarak tutum almıştır (Kandemir, İkinci Adam Masalı, 1968, s. 52-3).

1920 başında geldiği (neden geldiği de bir sırdır) Ankara’da kendisine yüz veya görev verilmeyince geriye dönen, giderken ve geriye dönerken İngiliz kontrolündeki demiryolunu güvenle kullanan İnönü’ye hâlâ İkinci Adam diyen varsa söylenecek bir şey yoktur.

Anadolu’ya zorla, “bohçalanarak” kaçırılışının hikâyesini zaten biliyorsunuz.

Ne yapalım ki, Türkiye’de tarih böyle yazılıyor.

Derin Tarih, 22. Sayı

Bir cevap yazın