‘Satılık Osmanlı’

Yusuf Çopur

“90 yıldır kantarın topuzu fena halde öbür tarafa kaymış durumda. Dengeye gelmeden de objektif bir tartışma yapılması mümküm gözükmüyor” diyen Mustafa Armağan Satılık Osmanlı ile bir kez daha resmi tarihi tartışmaya açıyor.

Yazdığı her yazı, kitap gündem oluşturan ve gerek yakın gerekse uzak tarihimizdeki ‘bilinen gerçekler’i tartışmaya açan Mustafa Armağan yine tartışılacak bir eserle okuruyla buluştu. Harf inkılabından, hilafete, ırkçılıktan, Sevr’e birçok konuda ezber bozan yazıların yer aldığı kitabını Mustafa Armağan’la konuştuk.

‘Osmanlı satılığa çıkarıldı’ diyorsunuz. Çok iddialı bir söylem değil mi? Satan kim? Satılan ne?

Daha ağırını dememek için ‘satılığa çıkarıldı’ dediğimi bilmenizi isterim. Osmanlı Devleti Mondros’la birlikte öyle bir kapana kıstırıldı ki, ölüm gösterilip sıtmaya razı edildi. Bir başka deyişle Sevr gösterilip Lozan’a razı edildi.

Peki Sevr neydi?

Bir daha bu coğrafyada bir Osmanlı vücut bulmasın diye dibine kostik asit dökmek demekti. Rengi ve şekli değişince bu tehlikeli madde kullanışlı hale gelir diye düşünüldü. Ancak Sevr masa başında imzalansa da, Osmanlı yöneticileri ve Padişahı tarafından bütün zorlamalara rağmen imzalanmadı. Kadük kaldı, Churchill’in deyişiyle ölü doğdu. Ama Akif’in Nasrullah Camii’ndeki feryadında gördüğümüz gibi büyük bir panik yaratmaya başardı ve en büyük hizmeti, Lozan’a razı etmek şeklinde karşımıza çıktı. Sorunuzun cevabı tam burada gizli: Sevr’in ıslah ve tadil edilmiş şekli olan Lozan, bağımsızlığımızı rehinden kurtardı kurtarmasına ama karşılığında kostik asiti kendi elimizle üzerimize dökmeyi bize kabul ettirmiş oldu. Sonuçta Batılılaştık, ‘beyaz’laştık ve beyaz oluşumuzun önündeki utanç verici engel veya safralardan kurtulmak için çırpındık durduk. İşte tam da kimliğimizin ‘satılması’ bu aşamada gerçekleşti ve Ayasofya’da somutlaştı.

 Ayasofya’nın nasıl bir yeri var ‘satış’ta?

Ayasofya bu pazarlıkta satıldı. Müze yapılması, Fetihten dolayı özür dilemenin başka bir yolu değil midir? Camilerin, medreselerin kapatılması, vakıfların kiralanıp satılması, Arapça ezanın, Arapça ve Farsça öğretiminin yasaklanması, medeni kanuna, yer isimlerine, alfabeye ve soyadına varıncaya kadar bayrak hariç neredeyse bütün kültürel kodların değiştirilmesi ve nihayet Asyalı değil, Avrupalı beyaz ırktan olduğumuzun ispatı peşine düşülmesi satılmanın aşamalarıdır sadece.

Cumhuriyet döneminden bugüne Osmanlı’dan nefret eden bir kesim var. Aynı şekilde Osmanlı’yı her türlü eleştiriden münezzeh tutanlar da var. Bu durumu neye bağlıyorsunuz?

Bu tam bir tarih travmasının tezahürüdür. Ancak sömürge ülkelerinde görülebilen bir garipliktir ya da. Sömürgeciler işgal edip önceki yönetimi kötüler ve sizi kurtardığını söyleyerek yeni bir tarih öğretirler. Tabii ki kendileri ‘kurtarıcı’ pozisyonundadır. Buna inanan inanır ama inanmayan da Chakrabarty’nin dediği gibi zihnini ikiye böler ve bir yandan işini yürütürken öbür yandan eski rejimin manevi kodlarına içten içe ve sadakatle bağlanır. Eski rejimin en büyük günahları bile sömürgecinin iyiliğinden üstün görünür gözüne. Böyle iki hayalî tarihin çarpışmasına sahne olur bu ülkeler.

Harf İnkılâbı kimileri için devrim ve çağdaşlığın nişanesi kimileri için de kendi geçmişine ihanetin. Harf İnkılâbının amacı neydi ve olmasaydı ne olurdu?

Harf inkılâbının amacı, bu toprakların İslamiyet’le, Kur’an’la ve Müslümanlarla olan bağını kesmekti. Başarıldı bu. Şimdi edebiyat fakültelerimiz Osmanlıcayı yabancı bir dil gibi öğretiyor ve yapılan tezlerin hatırı sayılır bir kısmı Osmanlıca metinleri Latin harflerine çevirmekten ibaret. 90 yıldır patinaj yapıyoruz. Bir Japon veya Alman turistten ne farkımız var Sultanahmet’e girince? O da okuyamıyor, biz de! Bazen 1920’lerin İngilizce gazetelerini okurken tuhaf oluyorum. İnsan mevcut İngilizcesiyle kendi diliyle okuyamadığı 90 yıllık bir gazeteyi okuyunca enayi yerine konulmuş olduğunu fark ediyor. Onların kültürel tradisyonları kesilmemiş, bizimki kesik. Peki neden biz kurban olduk da onlar değil?

Bir kesimce “Abdülhamid hayranlığı”nız başta olmak üzere Osmanlı’ya kayıtsız şartsız olumlama yapmakla ve “Atatürk düşmanlığı”yla anılıyorsunuz. Ne dersiniz?

Adamın biri terazinin bir kefesine iki eliyle abanmış, bırakmıyor. Objektif olabilmek için ne yapmanız gerekir? Siz de öbür kefeye aynı güçle bastırmalısınız ki, terazi dengeye gelsin ve elinizdeki şeyi adilce tartabilesiniz. Şu bir gerçek: 90 yıldır kantarın topuzu fena halde öbür tarafa kaymış durumda. Dengeye gelmeden de objektif bir tartışma yapılması mümkün gözükmüyor. Bu benim sorunum değil. Tarihi böylesine haksızlıklar girdabına dönüştüren devletin ve aydınların sorunu. Ellerini çeksinler tarihin üzerinden. Başta Türk Tarih Kurumu olmak üzere bütün üniversitelerdeki Atatürk İnkılapları kürsülerini lağvetsinler. Nutuk’un yanında Kâzım Karabekir’in, Ali Fuat Cebesoy’un, Rıza Nur’un kitaplarını da okutsunlar. Ya da bu isimler üzerine de yüzlerce enstitü açılsın ki eşitlik sağlansın. Cumhuriyet tarihi üzerindeki devlet ve asker tekeli kaldırılsın. Ondan sonra “Atatürk düşmanlığı” kalıyor mu kalmıyor mu? Bakalım. Kabul edelim ki, eşitsiz bir mücadele içindeyiz.

Eşitsiz mücadele mi? Niçin?

Azınlığız. Azınlıklar her zaman korunmayı hak eder. Diyoruz ki, Nutuk eksenli bir tarih olmaz. Ama Nutuk dışına çıkmaya niyeti yok ki Türkiye’deki tarihin. Çocuklar benim gibi düşünenlerin kitaplarını okuduklarında sınıfta kalıyorlar. Bu mudur demokrasi?

Beni eleştirenler önce doğru dürüst Osmanlıca okuma yazmayı öğrenip şu Nutuk metninden 85 yıldır düzeltilemeyen hataları düzeltsinler. Ayıptır, günahtır. Atatürk’ün parasını yiyen ve ondan geçinen bir “mürtezika” sınıfı oluştu. Unutmayın ki, tehdit altında çalışıyorum. Hem 2007’nin 27 Nisan’ında tsk.mil.tr uzantılı bir siteden özel bir muhtıra almışımdır ki, devlet nişanı olarak kabul ediyorum, hem de Karabekir’in “19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım” sözünü manşete taşıyınca eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’den zılgıt yedim ki, o da ikinci devlet nişanımdır.

Birisini bir şeye düşmanlıkla suçlayabilmek için objektif ve eşit bir tartışma ortamının sağlanması lazım. ATASE’den ben belge istiyorum, cevap bile verilmiyor, ama şerbetliler isteyince ayaklarına geliyor. Bu mudur objektiflik? Üstelik Atatürk’ün annesinin İzmir Arkeoloji Müzesi’nin deposuna atılmış olan orijinal mezar taşını buldurup ortaya çıkartan da bu “Atatürk düşmanı”dır. 1938 ile 1950 arasında Ebedi Şef’in Nutuk’unu bile yasaklayanlar kimlerdi acaba? Korkmasınlar. Tarihi özgür bırakırlarsa bundan kendileri de kazançlı çıkacaktır.

 

Kaynak: http://haber.stargazete.com/kitap/satilik-osmanli/haber-735924

2 Comments

  • Seth I. Rice

    11 Mayıs 2013 at 13:57

    Tunus’ta başlayan Mısır ile devam eden demokratik talepler hoş karşılanırken; benzeri talepler Bahreyn’e ulaştığında, birden tanklar teşvik edilir, ekranlar karartılırsa; Yemen’de her gün insan ihlalleri ve rejim tarafından yapılan kıyımlar önemsenmez iken, Libya’ya acil müdahale kararı alınması çifte standart olarak görülmüyorsa, bu durumun tarihin akışı ve normalleşme ile nasıl bir ilişkisinin olduğu sorgulanmaya muhtaçtır.

    Cevapla

Seth I. Rice için bir cevap yazın Cevabı iptal et