• Home
  • Genel
  • Sekülarizasyon (laikleşme) efsanesi

Sekülarizasyon (laikleşme) efsanesi

Sekülarizasyon (laikleşme) efsanesi

Sekülarizasyon sosyolojinin ürettiği modern, ‘bilimsel’ bir efsane; hem de makro-teorilerin baştacı ettiği türden yaldızlı bir efsane… Bu efsaneyi düzenler arasında Comte, Marx, Weber ve Durkheim da var.

Din, modern toplumda, sanayileşme, kentleşme, bürokratikleşme, ilişkilerin gayri şahsîleşmesi ve dünyanın büyüsünü yitirmesi gibi modern gelişmelerin etkisiyle kendi kabuğuna çekilecek ve kamusal alandaki iddiasını terk edecekti bu teorilere göre. Vicdanlar birer mahpes olacaktı din için. Dindarlık bireyselleşecek; onun yerini bilimin kuru, tarafsız ve kesin çehresi kaplayacaktı.

Gelin görün ki sonuçta Stephen Toulmin’in sözünü ettiği ‘bilimsel mitolojiler’ kapladı ortalığı. Mitlerin özelliği, kendilerinin mit olmadığına, gerçeğin ta kendisi olduklarına inandırmalarıydı. ‘Çağdaş bilimsel mitoloji’ de sürekli olarak tek gerçek olduğuna inandırmıyor mu bizleri?

Ya bu çağdaş mitlerin üniversitelerdeki ithalat şirketi olan sosyal bilimcilerimizin, onlara bel bağlayarak sözde din üzerine söylevler vermelerini nasıl değerlendirmeli? Ne bu ülkenin empirik gerçekleriyle, ne de Peter Glasner, R. N. Bellah, Daniel Bell gibi sosyal bilimci ve düşünürlerin yeni ve özgün araştırmalarıyla beslenen üniversitelerimizin dini ne kadar anlayabileceği, medyadaki tartışmalarda ‘hayran olduğumuz’ hâl-i pürmelâllerinden de belli değil mi?

Sözü Peter Glasner’ın Sekülarizasyon sosyolojisi (The Sociology of Secularisation) adlı kitabına getirmek istiyorum. Avustralya Millet Üniversitesi’nde sosyoloji okutan Glasner, modernleşme teorilerinin temel bir yanlışını, hatta tuzağını işaret ediyor: Modern toplumu meşrulaştırmak amacıyla modern öncesi toplumu taşlamış, değişmez, katı kurallara tabi, siyasal ve toplumsal hayattaki her şeyi kutsallıkla bir zar gibi kuşatılmış gösteren sosyoloji, böylelikle kendisinin hareket sahasının da genişlediğine inanmayı tercih ediyor. Dinin tepeden tırnağa toplumu kuşattığı bir dönemde toplumsal olanı nasıl didikleyebilecekti ki sosyolog?

Bu emellerine nail olabilmek için en az ‘ilkel’ ve ‘geleneksel’ dönemdeki kadar güçlü efsanelere ve meşruiyet temellerine ihtiyaçları vardı. Bunun için de baskıcı, ferdîleşmeye imkân vermeyen, ayrımlaşmamış, akılcılaşamamış, bürokrasisi evlere şenlik bir toplum tipinden bunların tam tersine doğru yol alan ‘modern sanayi toplumlarını odağa aldı sosyologlar. Modern toplumun akılcı, bireyci, kurallara riâyetkâr, medenî, gelişmiş, ilerlemiş olduğu yolundaki önyargılı yargılara seküler (laik) özelliği de ilave olundu. Yani modern insan, tabiatüstü güçlere körü körüne inanan geleneksel toplumdaki hemcinsine göre kendi güç ve sorumluluklarının daha fazla bilincindeydi, karşılaştığı sorunları tabiatüstüne devretmiyor, bizzat kendisi çözüyordu (!) Oysa Adorno, Horkheimer, Marcuse ve Fromm gibi sosyal düşünürlerin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dinden boşalan insanların kritik dönemlerde nasıl Führerlere, Duçelere tapınırcasına bağlandıklarını gösteren araştırmalarından anlaşılıyor ki, din modern toplumun hayatında geleneksel dönemde işgal ettiği yeri -biçimi bozulsa da- muhafaza ediyordu.

Glasner işte bu efsaneyi sorguluyor kitabında. Bir kere hayatın katıksız bir biçimde kutsalla kaplanmış olduğu bir toplum tipi düşünülemez. Zira bu ancak bir manastır veya tekke hayatının bütün bir topluma teşmilini gerektirir ki, toplumun temelde farklılaşmaya açık dinamikleri böyle tek bir aktörün gücüne terk edilemez, aksi halde incelenen nesne bir toplum olamaz; en başta toplum diye ‘etkileşen bir fonksiyon kümesi’ tanımına aykırıdır o.

Ayrıca geleneksel toplumun salt dinî, modern toplumun ise salt seküler olduğunu bize ispat edecek deliller nerede? Cami yahut kiliselerin o dönemde daha çok yapılmasından mı çıkarsamada bulunacağız? İyi ama tam tersinden yaklaşırsak, geleneksel toplumda, dinî hayatın toplumsal hayatın dünyevî dokusu içerisine, toplumsal kurumların bünyesi içine daha fazla özümlendiğini ve dinin toplumu fethederken toplumun da dini etkilediğini, kendisine benzettiğini ve bu etkileşim içerisinde özgün sentezler vücuda getirildiğini de düşünemez miyiz? Bu da bir çeşit dinin dünyevîleşmesi değil midir?

Galiba Şah Veliyullah Dehlevî haklı. Peygamberlere gelen vahiyler bile, indiği toplumun anlayış seviyesi ve zihniyetini dikkate alıyorsa, din-toplum münasebetlerine daha bir dikkatle bakmak gerekmez mi? Dinin tek tip bir toplumsal karaktere kilitlenmesinin, sonuçta sosyoloji teorilerini de iflasa sürüklemesi kaçınılmaz.

26 Eylül 1997, Cuma

Bir yanıt yazın