Tahkim ve manda

Tahkim ve manda
Tahkimle yatıp tahkimle kalkıyoruz. Bergamalı köylülerden Jakobenlere kadar pek çok farklı toplumsal dilim, tahkimle ilgili görüş beyan ediyor. Kimi karşı çıkıyor, kimi de ziyadesiyle faydalı ve gerekli olduğunu iddia ediyor tahkimin.

Nedir tahkim?

Anladığım kadarıyla yabancı sermaye Türkiye’ye gelmekte çekingen davranıyor. Gelmiş olanlar da gideriz diye gözdağı veriyorlar hükümete. Sebep, Türkiye’de gerek bürokrasiyle, gerek kanunlarla, gerekse halkla ilgili bir sorunla karşılaştığında yabancı sermayenin mağdur olması.

Bizim kanunlarımızla sermayenin uluslar arası hukuku örtüşmüyor, sizin anlayacağınız.

Sermaye, sınır tanımıyor. Sınır tanımadan yayılmak, genişlemek ve zenginleşmek istiyor. Bu “evrensel” yayılışının önündeki milli engelleri de kaldırmak için dayatıyor. Milli engellerin en başta geleni de, kanunlar. Milli devletin bağımsız sınırları içine bir başka inisiyatifi, bir başka evrensel gücün yaptırımını sokmayı başardığında, sizin kanunlarınız artık sadece evin içindekileri bağlıyor olacak. Yani sizi ve beni…

Yararı yok mu yabancı sermayenin? Var elbette. İstihdam, döviz girdisi, üretim artışı vesaire… Zaten burada “yabancı sermayeye hayır” sloganını parlatmaya uğraşmıyorum. Amacım, yakın tarihimizdeki bir başka noktayla ilişkilendirmek tahkimi.

Zira manda meselesi de, karşı çıkanlarca iç işlerimize karışmak ve bağımsızlığımızın ihlali olarak yorumlanmış, taraftar olanlar ise onun bağımsızlığımızı zedelemeyeceğine ikna etmeye çalışmışlardı kamuoyunu.

Size daha garibini söyleyeyim: Sivas Kongresi tutanaklarını açın ve 7. maddeyi lütfen bir okuyun. Orada şöyle yazar: “Milliyet esaslarına riayetkar ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi bir devletin fenni, sınai, iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılarız.”

Şimdi bu maddeyi, bir yıl önce, 1918’de aralarında Halide Edib (Adıvar), Ahmet Emin (Yalman), Yunus Nadi ve M. Necmeddin (Sadak)’ın da bulunduğu Türk Wilsoncular Cemiyeti’nin, yani Amerikan mandası taraftarlarının zamanın ABD Başkanı Wilson’a müracaat ettikleri mektuptan bir pasajla karşılaştıralım:

“Maliye, tarım, sanayi, ticaret, bayındırlık ve eğitim bakanlıklarının her birine uzman yardımcılar ile birlikte bir Amerikan başmüsteşarı atanacak ve bu müsteşarlardan kurulu Amerikan komisyonu, yeni ilkeler çerçevesinde, memleketin mutluluğunu ve maddi gelişmesini sağlayacak reformları yapacak, yeni metotları memlekete getirecek ve öte yandan memleketimizdeki çeşitli siyasal akımlar yüzünden hiçbir zaman düzenli biçimde yerine getiremeyeceğimiz toplumsal refah ve öğretimle ilgili bütün işleri düzenleyecek ve bütünüyle yönetecektir.”

5 Aralık 1918’de gönderilen bu mektup, o devirde pek yadırganmamış olsa gerek ki, Sivas Kongresi’nde Amerikan mandası isteyenler seslerini yükseltmiş ve kongre kararları arasında aslında apaçık Amerika’nın kastedildiği “herhangi bir devlet” ibaresini koydurmuşlar, dahası, yayınlanmış olan kongre tutanaklarına bakılırsa, mandası istenen Amerika’dan bir heyetin Türkiye’ye gelerek inceleme yapması ve kararını ona göre vermesini oy birliği ile kabul ettirmişlerdir! (Sivas Kongresi Tutanakları, bizzat Türk Tarih Kurumu yayınlarından çıkmış ve Uluğ İğdemir tarafından yayına hazırlanmıştır: Ankara 1969).

Sina Akşin ise Sivas Kongresi’ndeki manda sözünün “taktik gereği” kullanıldığını söylüyor. “Takkiye” yapıldığı mı söylenmek isteniyor? Burası tam olarak anlaşılamıyor. (Eğer Sivas Kongresi takiyye yapmak hakkını haizse, Wilsonculardan bu hak neden esirgeniyor? sorusu haklı olarak sorulabilir. Pekala onlar da takiyye yahut “taktik gereği” öyle davranmış olamazlar mı?)

Nutuk’ta Mustafa Kemal Atatürk Sivas Kongresi’nin ABD Senatosu’na yazılmasını kararlaştırdığı mektuba önem verilmediğini ve mektubun gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamadığını söylemektedir. Oysa Akşin’e göre, mektup yazılmış, 9 Eylül 1919’da başta M. Kemal ve kongre üyeleri tarafından imzalanmış, yerine ulaştırılmak üzere L. E. Brown’a teslim edilmiş ve onun da bu görevi yerine getirmiş olduğunu belgelere istinaden ortaya koyuyor.

Sonuçta Akşin şu noktaya varıyor: Başta Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir olmak üzere Kurtuluş Savaşı önderlerinin pek çoğu bir ABD mandasına karşıydı. Ancak “en azından böyle bir mandaya karşı olunmadığı, ABD dostluğuna ve yardımına büyük önem verildiği izlenimi verilmeye çalışılmıştır.”

Amerika ile dostluğu sıcak tutmanın arkasındaki hesap ise şudur Sina Akşin’e göre: “Saray ve hükümetini İngiltere desteklediğine göre bu hükümeti düşürmek ve meşruti bir hükümet kurabilmek için, ABD desteğinden yararlanmak.” ABD dostluğu bir koz olarak kullanılmıştır demeye getiriyor Prof. Akşin. (Bkz. İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul 1983, Cem Yayınları, s. 552-3; yakınlarda yeni baskısı iki cilt halinde Türkiye İş Bankası Yayınları arasında çıktı.)

Manda, yani başka bir ülkenin sınırlarınız içinde sizi siyasi, ekonomik veya teknolojik açıdan yönetmesi. Maliyenize karışması, halkınıza nasıl davranacağınıza, yatırımlarınızı ve önceliklerinizi nereye yönlendireceğinize karar vermesi, başka deyişle.

Peki Bu IMF, hangi cüretle bizim memura yüzde kaç zam yapacağımıza, faizleri ne kadar düşürüp yükselteceğimize, sevgili enflasyonumuza ne haller edeceğimize hükmedebiliyor? Biz de pekala bunu sineye çekiyor, milli bağımsızlığımıza halel geldiğini düşünmüyoruz böylelikle. Yıllardır canla başla savunduğumuz yarı askeri yapıdaki DGM’leri, dış baskılar sonucu nasıl bir milli mutabakatla (!) bir gecede sivilleştirdiğimizi de unutmayalım.

Ve bunlarla birlikte tahkimi bir daha düşünelim. Ve tahkimle birlikte manda meselesini bir kere daha gözden geçirelim.

Sivas Kongresi’nde ABD mandasını savunanlar, bunu bir “taktik gereği” savunuyorlardı. Bu anlaşıldı.

Peki TBMM’de belki en milliyetçi hükümet eliyle en enternasyonal çıkarlara hizmet eden bir kararın çıkmasını, tahkimin yasalaşmasını nasıl yorumlamak gerekiyor?

Benim kafam iyice karışıyor tarih okudukça. Biraz da sizin kafanız karışsın istedim ve bazı ipuçları verdim.

Artık gerisi size kalmış!

CHP’den Atatürk’e tehdit!

Kemal Karpat, uluslar arası tarih camiasının otorite kabul ettiği isimlerden. Geçenlerde Türkiye’ye geldiğinde kendisiyle görüşmüş ve kafama takılan bir soruyu yöneltmiştim.

Şahin Alpay’ın 5 Mayıs 1999 tarihinde Milliyet’te yayımlanan Kemal Karpat’la röportajı çok ilginçti. Röportajın bir yerinde Karpat, Atatürk ve CHP ilişkilerine dair şöyle diyordu:

“Atatürk’ü de çok yanlış anlıyoruz. Atatürk toplumun düşüncesine, ruhuna, hatta inanışına uygun hareket etti. Atatürk’ü büyük lider yapan ve halkıyla kaynaştıran bu anlayıştır.”

Sözün tam burasında benim başka bir yerde rastlamadığım bir konuyu açıklıyor Karpat hoca:

“Halk Partisi bunları [Atatürk’ün toplumun düşüncesine, ruhuna, inanışına uygun hareket tarzını- M.A.] değiştirdi, bir elit liderliği getirdi ve Atatürk’ü de içine aldı. Atatürk’e de açıkça söylendi: Ya bizim liderimiz olursun, ya da seni başımızdan atarız…”

Kemal Karpat’a son cümlenin doğru deşifre edilip edilmedğini sorduğumda aldığım cevap, “Aynen doğru” oldu. Bir dahaki görüşmede bu sözün belgesini de getireceğini vaat etti.

Şimdi hocanın Türkiye’ye dönüşünü dört gözle bekliyorum.

Bir cevap yazın