Tarihlerimizin hangi diyarlardan ithal edildiğine dair en çarpıcı misallerden biri, son günlerde Ukrayna’daki siyasî krizin derinleşmesiyle birlikte yeniden gündeme gelen Ruslarla imzaladığımız Küçük Kaynarca Antlaşması’nın (Temmuz 1774) bazı maddelerinde karşımıza çıkar. Özellikle de bir maddesi kafaları epeyce karıştırmış görünüyor.
Oysa Roderic H. Davison, yaptığı geniş kaynak taramasında Küçük Kaynarca Antlaşması’ndaki 7. maddeyi derinliğine sorgulayarak yepyeni bir bakış açısı getiriyor. Bildiğimiz haliyle bu madde ne antlaşma metninde, ne de antlaşmayı imzalayan Osmanlı diplomatlarının zihinlerinde mevcuttu ona göre. Yapılan yorumlar tamamen Avusturya’nın İstanbul Elçisi Thugut ile Avusturyalı tarihçi Hammer’in el ele vererek gerçekleştirdikleri tarihi yanıltma operasyonunun bir parçasıydı.
Avusturya “Sefir-i kebiri” Thugut cenapları, Osmanlıların Ruslarla uzlaşmasını katiyen istemediğinden antlaşmanın kendisine rağmen imzalanması üzerine gazaba gelip şu boyundan büyük lafı gediğine oturtmuştur: “Antlaşma Rus becerisinin ve Türk aptallığının eşine ender rastlanan bir örneğidir.”
Avrupalı tarihçilerin bir diplomatın kızgınlıkla söylenmiş lakırdısının üzerine balıklama atlamalarını anlayabiliriz belki. Peki ya bizimkilere ne oluyor? Avrupa’ya kiralanmış akıl, bir sel gibi basmıştır “aydınistanımız”ı.
Aslında Küçük Kaynarca Antlaşması metninin Rusçasında ve dahi Rusların hazırladığı Fransızca nüshasında bahse konu 7. madde mahsus muğlak bırakılmış, ileride başka müdahalelere kapı açacak şekilde kurnazca düzenlenmişti. Lakin ayrıca bir Türkçe metin de hazırlanmıştı ve Türkçesi gayet sarihti. Hele ‘hakem metin’ olarak düzenlenen İtalyancasıyla yapılacak bir karşılaştırma, Rusların nasıl bir uyanıklık yaptıklarını ifşaya yetecektir.
Tarihçi Davison, alelacele hüküm vermek yerine zora soyunuyor, aslında bizim yapmamız gerekeni yapıyor ve tam dört dilde (Fransızca, Türkçe, Rusça ve hakem metin olarak İtalyanca) yazılan antlaşma metinlerini madde madde karşılaştırmalı olarak inceliyor, böylece tarihî bir yanlış anlamayı deşifre ediyor.
“Türk aptallığı”sözü kimin icadı?
Küçük Kaynarca Antlaşması’nın 7. maddesinin ‘hakem’ metni olan İtalyancasına baktığımızda mesele gayet nettir. Burada Rusya’nın Osmanlı Devleti’nde yaşayan Rum Ortodoks teb’ayı “himayesine aldığı”ndan tek kelimeyle olsun bahis yoktur. Peki ne vardır? Şaşıracaksınız belki ama Davison’a göre tam tersine, Babıali’nin Hıristiyanları ve kiliseleri “kendisinin” korumaya söz verdiği yazılıdır! Yani Osmanlı yönetimi ‘Bunlar benim teb’am, size ne oluyor? Korumak gerekiyorsa ben korurum’ mesajını vermektedir Rusya’ya.
Dolayısıyla bir “Türk aptallığı”ndan söz edilecekse eğer bu, kesinlikle antlaşma masasında oturanlarda değil, daha 1771’de çok daha elverişli şartlarda bir akit yapılabilecekken savaşa devam kararını alan Osmanlı yöneticilerinde aranmalıdır. Davison’a göre, “Türk aptallığı” Kaynarca’daki diplomatlarımızda değil, savaşı açanlarda, hadi açıldı diyelim, vaktiyle zararın neresinden dönersek kârdır diye düşünmeyenlerde aranmalıdır. (“Osmanlı-Türk Tarihi”, Alkım: 2004, s. 61-86.)
Ruslarla bu savaşa görünüşte kendimiz için değil, Polonya’yı (Lehistan’ı) bölünmekten kurtarmak için girmiştik! Gariptir, antlaşmada Polonya sorunundan hiç bahsedilmemiştir. Tabii asıl gerekçe Rus Çarlığı’nın ikide bir Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Kırım Hanlığı’nın içişlerine karışmasına tahammül edemeyişimiz ve bu gidişata bir son vermek isteyişimizdir.
Küçük Kaynarca Antlaşması’nın bir de 3. maddesi vardı ki, Osmanlı Padişah-Halifesine, kaybedilen ilk İslam toprağı (Dârülislam) olan Kırım’da yaşayan Müslüman teba üzerinde dinî bir himaye hakkını tanıyordu. Anlayacağınız, antlaşmada asıl himaye hakkı, iddia olunduğu gibi Ruslara değil, Osmanlılara verilmişti. Biz ise yıllardır olguyu tersine çevirip anlatmayı tercih etmişiz.
Hilafete yönelik saygı arttı
Osmanlı Padişah-Halifesi ilk defa Küçük Kaynarca ile fiilen veya hukuken egemenliği altında bulunmayan Müslüman tebanın da koruyucusu olduğunu tescillemiş oluyordu. Bu maddeyle halifelik, Osmanlılar tarafından kendi toprakları haricindeki Müslümanlar üzerinde “de” yetki ve nüfuz sahibi olmak şeklinde anlaşılıyordu ve bu aktif dış politika enstrümanı, Sultanların elinde modern bir silaha dönüşecekti.
Ruslar Rusça ve Fransızca metinler üzerinde istedikleri kadar kurnazlık yapıp kelimelerle oynasınlar, I. Abdülhamid, eskiden fiilî olan yetkisini şimdi hukuken kullanıyor, Açe’den Fas’a kadar Müslümanların hâmisi sıfatıyla uluslararası girişimlere el uzatıyor, Hilafeti yeni bir anlayış etrafında şekillendirmeye soyunuyordu. Nitekim 23 Eylül 1786’da Açe-Sumatra elçilerinden tutun da Bengal’den İstanbul’a gelenler ile Buhara ve Fas Müslümanlarına kadar uzanan yoğun bir trafiğin merkezine yerleşecektir İstanbul. (Fikret Sarıcaoğlu, “Sultan I. Abdülhamid”, 2001, s. 211 vd.)
Bu yeni Hilafet anlayışının zirveye çıktığı ve en etkin bir şekilde kullanıldığı dönem ise adaşı ve torunu II. Abdülhamid’in iktidar yılları olacaktı. Daha önce bir tohum halinde bulunan Halifelik kurumunun potansiyeli, görkemli bir finale taşınacaktır onun ellerinde.
Alan Palmer, “Bir Çöküşün Yeni Tarihi”nde meseleyi ustaca özetliyor aslında. En iyisi, İtalyanca metin gibi ‘tarafsız’ olan bu sağduyulu kalemin sesine kulak kesilmek:
Uzun süre 7. ve 14. maddelerin sultanın haklarını kısıtladığına, bu nedenle de Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü hızlandırdığına inanılmıştır. Oysa tersine, bu maddeler sultana daha önceki hiçbir antlaşmada görülmediği kadar geniş kişisel yetkiler vermektedir. Osmanlıların tüm dünya Müslümanlarının lideri olma iddiası ilk kez uluslararası bir ortamda onaylanmaktadır… Bunu izleyen 150 yıl boyunca Osmanlı toprakları gitgide küçülürken, Osmanlı Halifeliğine yönelik dinî saygı sürekli olarak artmıştır.”
Yüzümüzün hatlarını oluşturan tarihimize hakaretler yağdırmaya bu denli meraklı olduğumuz sürece iyi olmayı kimden ve nasıl umacağız?
2 Comments
Batır (kahraman)
2 Şubat 2014 at 15:32Alâka çekici bir konu hakîkaten. Öğrenilmesi ve yanlışı düzeltilmesi gerek.
Naz
9 Şubat 2014 at 23:16Oldukça faydalı bir bilgi. Kaydadeğer not aldım.