• Home
  • Genel
  • Şeyh Said isyanı bahanesiyle 22’sinde bir hoca asılmıştı

Şeyh Said isyanı bahanesiyle 22’sinde bir hoca asılmıştı

Yöreye özgü kara taşlarla inşa edilmiş bir Osmanlı hanında kahvaltımızı yapıp çıkarken, belki de Türkiye’nin başka hiçbir yerinde göremeyeceğim çarpıcı bir manzarayla karşılaşıyor bakışlarım.

 Hepsi de ölmüş on kadar erkeğin yan yana duran posterleri bunlar. İçlerinden seçebildiklerim şunlar oluyor: Che Guevara, Said Nursi, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Hz. Ali, Atatürk, Seyyid Rıza, Ahmed-i Hani, Deniz Gezmiş ve Şeyh Said…

Bilin bakalım bu manzarayla hangi şehrimizde karşılaştım? Tabii ki Diyarbakır’da. Zira bu kadar farklı kutupları birleştiren bir tabloya sahip çıkabilecek başka bir şehir olduğunu sanmıyorum. Türkiye ortalamasının çok dışındaki bu tablo üzerinde düşünmeye değer. Aynı devletin okullarında Şeyh Said mürteci ve hain olarak yaftalanırken, sokaktaki insan onu bir kahraman olarak bağrına basıyorsa burada “Tarih”in ne işe yaradığını da sorgulamamız gerekmez mi?

Gerçekten de tarih ne için okutulur bu ülkede? Birilerinin Altın Çağ kabul ettikleri 1920’leri, 1930’ları kutsamak için mi? Hem bu kutsama ayini biraz fazla uzamadı mı sizce de?

Niyeti malum bir “okur” o bayat klişeyi, “Bu topraklar neden bu kadar çok hain üretir?” diye tekrarlamış. Eline çekiç alanın her şeyi çivi olarak görmeye başlaması gibi, resmi ideolojiye her itiraz edeni hain olarak yaftalamak ne zamandan beri çağdaşlık oluyor? Hem her Allah’ın günü çağdaşlığı kutsayacaksın, hem de onun baş şartı olan çoğulculuğu, 21. yüzyılda dahi lanetleyeceksin! Kimi kandırıyorsunuz?

Hiç kuşkunuz olmasın, Şeyh Said isyanı da tartışılacak bu ülkede, şapka kanunu yüzünden yapılan zulümler de. Zaten tartışılıyor da. Kökeni 1930’lara dayanan resmi tarih, katılığını bu şekilde devam ettirdiği takdirde ayrışma hızlanacak ve şimdiye kadar sessiz kalan tarihler (“ma’dun” veya “subaltern” anlatılar) er veya geç konuşmayı öğrenecekler.

İşte bugün size anlatacağım olay da kaderine terk edilmiş ve susturulmuş parçalarından birisidir tarihimizin. Henüz 20 yaşlarının başındaki bir ilim öğrencisi, bakın nasıl idam edilmiş ve daha da kötüsü, adı sanı nasıl unutturulmuş?

Bu arada şunu belirtelim ki, Şeyh Said isyanını, sadece Şeyh Said ve Abdullah, Hacı Halid, İsmail gibi arkadaşlarının Diyarbakır surlarının önüne dizilen idam sehpalarıyla biten bir olay olarak göremeyiz. Bu isyan bahane edilerek Türkiye’de ne kadar potansiyel muhalif ses varsa ya şeklen ya da ebediyen “susturulmuş”tur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, bugünkü deyişle İleri Cumhuriyet Partisi’nin kapatılıp Kazım Karabekir gibi önde gelen muhaliflerin idamla yargılanmasından tutun da, Cumhuriyet’in ilanından önce yazdığı kitabı ve İzmir’de halkın arzusu üzerine verdiği vaazları yüzünden idam edilen İbrahim Edhem adlı 22 yaşında gencecik bir “hoca” da dahildir bu mazlumlar kadrosuna.

“1925’de Şark İstiklal Mahkemesi’nce idam edilen İbrahim Edhem Hoca’nın kalpaklı bir fotoğrafı.”

İbrahim Edhem, 1904 Ankara doğumlu bir gençti. Ankara Sultanisi’nde 10. sınıfa kadar okuduktan sonra ayrılıp kendisini dinî ilimler sahasında yetiştirmeye çalışan, bu arada Konyalı Mehmed Vehbi gibi alimlerden özel dersler alan gayretli bir aydındır. Cumhuriyet kurulmadan önce bir ara yolu İzmir’e düşer, bir camide verdiği vaaz halk tarafından çok beğenilir ve umumi arzu üzerine camilerde peş peşe vaazlar verir. Bu yoğun talebe cevap veremeyeceğini anlayınca da “İslamiyet’te Ahlâk ve Kadınlarda Tesettür” adlı küçük boy 59 sayfalık bir risaleyi 5 bin adet bastırarak fikirlerini kamuoyuyla paylaşır.

Cumhuriyet’in ilanına kadar bir sorun çıkmaz. Ancak nasipse hakkında müstakil bir kitap yazacağım 1924 yılı, bu gencecik hocanın makus talihinin başlangıcı olur. 6 Ocak 1924 günkü Tanin gazetesi İbrahim Edhem adlı bir hocanın yargılanmasına İstiklal Mahkemesi’nde başlanacağını duyuruyordu. Suçlama, devletin iç güvenliğini ihlal ve halkı devletin kanun ve düzenine karşı kışkırtmaktır.

Ertesi günkü gazeteleri okuyunca bu gencecik hocanın savunmasının dudakları uçuklattığı görülür. Basında İslamiyet’in değerlerine ve kadınların tesettürüne saldırıların başlaması üzerine kamuoyu oluşturmak için harekete geçtiğini ve risaleyi bastırdığını cesaretle savunan hoca, vicdan özgürlüğü olduğu inancıyla fikrini savunduğunu söyler. İrtica suçlamasını reddeder ve kendisinin yenilikçi olduğunu, hatta bu yüzden diğer hocalarca dışlandığını ifade ederek İstiklal Savaşı sırasında halkı nasıl Milli Mücadele’ye ikna ettiğinden örnekler vererek savunmasını tamamlar.

Şeyh Said isyanından yaklaşık 1 yıl önceki bu İstiklal Mahkemesi henüz insaf duygularını kaybetmemiş olmalı ki, sanığa bir yıl hapis cezasıyla yetinir (43 gün hapis yattıktan sonra af kanunuyla serbest kalır). Ama isyandan kısa bir süre sonra İbrahim Edhem’in yakasına yapışacak olan Şark İstiklal Mahkemesi o kadar insaflı çıkmayacak ve bu genci darağacına göndermekte tereddüt etmeyecektir.

İlk mahkemesi İstanbul, Fındıklı’daki Meclis-i Mebusan binasında yapılmıştı, Temmuz 1925’te yapılan ikinci mahkemesi ise Urfa Lisesi’nde gerçekleşir. Savcı Avni Bey, Şeyh Said isyanını çok geniş bir kadronun hazırladığına inanmakta ve Edhem Bey’in de onun “tertipçisi, faili ve amili” olduğunu iddia etmektedir. Mahkemeye kalpakla gelen sanık, hapisten çıktıktan sonra hocalığı bıraktığından, geçimini ticaretle sağlamaya çalıştığından, pamuk ve fıstık almak için Doğu’ya gittiğinden söz eder. Urfa’ya geliş sebebi ise Çolak Hafız adlı güzel sesli birinin Kur’an okuyuşunu dinlemek içindir.

Bu arada İstiklal Savaşı’nda Mustafa Kemal Paşa’nın yanından ayrılmayan Şeyh Sunusi’den Abdülhamid’in büyük oğlu Şehzade Selim Efendi’ye mektup getirmesi suçlama konusu olur. (Hocamızın mektubun içeriğinden haberi yoktur. Bundan şu sonuç çıkar ki, Türkiye’den ayrılmamış olsa başına çorap örülenlerden biri de Şeyh Sunusi olacaktı.)

6 Temmuz günkü celsede mektup tekrar gündeme getirilir ve İbrahim Edhem’in, isyanın amil ve faillerinden olduğu gerekçesiyle idamına ittifakla karar verilir. Nihayet 7 Temmuz 1925 günü Urfa sıcaktan kavrulurken henüz 22 yaşında bir genç, darağacında son nefesini vermektedir. İşin garibi, her iki davasında da mahkeme başkanlığı yapanların kendilerinin, sonraki yıllarda yolsuzluktan ve Atatürk’e suikasttan yargılanmış olmalarıdır. Hem bu, Meclis’te herkesin gözü önünde Deli Halid Paşa’yı vuran Ali Çetinkaya’nın terfi ettirilerek İstiklal Mahkemesi’ne reis yapılması, yani hukukun bir katilin vicdanına teslim edilmesinin yanında hiç kalır.

Kim kimi, ne adına ve hangi yüzle yargılamaktadır?

02 Ekim 2011, Pazar

4 Comments

  • oktay

    3 Ekim 2011 at 20:30

    resmi hale getirilen tarihin boyalarının döküldüğüne şahit oluyorum yazılarınızda.bu beni çok memnun ediyor.ama sizinle beraber hareket edecekler olmalı.bu hakikatleri haykıracak…
    ben haykırıyorum.bana olan taarruzları bir görseniz şaşırırsınız.nasıl ki türkiye bazen uluslar arası ilişkilerde yalnız bırakılmak isteniyor bende aynı muameleyi görüyorum.
    Okullardaki atatürk köşesinde m. kamal’in hüviyet cüzdanında kemal değil kamal yazdığını söyleyince bir tuhaf oluyor herkes.tuhaf olanlar üniversite mezunu maalesef.

    Cevapla
  • Mert

    4 Kasım 2011 at 05:42

    Türkiye’de yaşanan sorunun gerçek adı kürt sorunu değil, “kürtçü terörün kaynağı Emperyalizm ve Feodalizmdir”

    Tam Bağımsız Olmadıkça ve Feodalizmi yıkmadıkça kürtçü terör önlenemez.
    Tam Bağımsız Olmak İçin ABD’ye AB’ye; Emperyalizmi yıkmak içinde Ağaya, Şeyhe, Şıha baş kaldırmak gerekir. Yani ATATÜRK olmak gerekir.

    Cevapla
  • ferhat şalvarcıoğlu

    9 Ocak 2012 at 23:51

    felsefe pirim felsefe sorgulama ile başlamalı millet; dinini inancını, atasını, kendisini, tarihini. bizde bu eksik itaat kültüründen geliyoruz.azıcık sopanın ucunu gördüm mü tırsıyoruz atatürkün yaptığı yanlışları önleyecek güçte kuvvette insanlar varken ona sonsuz yetki verenler acaba dememişler hiç. dediklerindede iş işten geçmiş.daha işin başında belli olmasına rağmen amasya genelgesinden bahisle daha sonra düşünürüz hesabı yapılmış atı alansa üsküdarı hesabı

    Cevapla
  • ismail

    22 Ağustos 2013 at 09:52

    Birinci Dünya savaşı başlar 1914 ortalarında. Osmanlıda aynı yılın sonbaharında girer bu savaşa. Kaçamaz. Savaş İngiltereye karşıdır Fransa ve Rusyanın yanısıra. İngilizler sömürgelerinden bize karşı savaştırılmak üzere asker toplarlar. Hindistanın müslüman bölgesi Pakistandanda askerler toplanır. Onlara Almanlarla savaşılacağı yalanı söylenir. Gelirler Osmanlı topraklarına. Çanakkale cephesine. Savaş bütün hızıyla devam ederker bir ara hernasılsa silahlar susmuşştur. Ezan sesini suyar Hindistanlı müslümanlar. Anlarlar İngilizlerin kendilerini kandırıp islama karşı savaştırıldıklarını. Hemen arkadaşlar toplanıp karar verirler. Müslümanların tarafına geçeceklerdir. Türk mevzilerine yaklaşırlar. Destegirdir liderleri. Hemen bir ezan okur Müslüman olduklarını yanlarında savaşmak istediklerini haber verir. Hemen kabul edilirler Osmanlı ordusuna ve bizim yanımızda İngilizlere karşı savaşırlar. Ardından savaş bitince Girite yerleştirilirler. Osmanlının orada hukuku vardır. İslamı öğretirler isteyen islama dönmüş Rumlara. Osmanlı çöker Lozan anlaşmasıyla bir gurup Giritli ile Destegirin arkadaş gurubu mübadeleyle İzmir Foçaya getirilirler. Oradaki muhacir mahallesinde yaşarlar. Mahallede rumca konuşulduğu için Türkçeyi öğrenemezler. Ezanı arapça okur destegir. Seneler geçer aradan. 18 temmuz 1932 de ezan Kemalistler tarafından Türkçeye çevrilir. Destigir Türkçe bilmediğinden arapça olarak okur ezanı. Vay şeriatçı imam seni der evinden alıp götürür güvenlik güçleri onu. Bulduğumuz yazının bir tarafında genç yaşında darağacına gönderilen imamın hazin öyküsü yazmaktadır. Destegir 40lı yaşlarında idi kaynak 10 ocak 1999 akit gazetesi

    Cevapla

Bir cevap yazın