Halil İnalcık

Rusya’dan kalkan Suriye uçağının indirilip aranması nereden nereye geldiğimizin ispatıdır. Tarihimizde böyle bir hadise olmamıştır. Eskiden olsa buna cesaret edemezdik. Rusya’ya karşı bu derece cesur davranmamız bir ilktir. Mustafa Bey, Osmanlı geri dönüyor. Bunu her geçen gün biraz daha iyi anlıyorum.”

Moskova’dan kalkıp Türk hava sahasından geçerek Suriye’ye giden uçağı indirişimizin tarihi 11 Ekim 2012 olduğuna göre Halil İnalcık hocayı müteakip günlerde aramış olacağım. Konuşmamızın bir yerinde lafı bu mevzuya getirmiş ve “Osmanlı geri dönüyor” demişti.

Bu sözleri duyar duymaz kendisiyle bir röportaj yaparak bu düşüncelerini kamuoyuna duyurmak istediğimi söyledim. Tabii ki dedi ve randevulaştık ama bir süre sonra rahatsızlanınca projemiz akim kaldı. Söyleşiyi gerçekleştirmiş olsaydık Derin Tarih’te kapak yapacaktık. Nasip değilmiş.

Diyeceğim o ki, 25 Temmuz günü Hakk’a yürüyen Halil İnalcık’ın içinde bir başka Halil İnalcık vardı. O da vatan ve millet aşkıyla çarpan bir kalp ve Osmanlı’nın Cumhuriyet şekline intikaline rağmen genetik veya kültürel olarak devam ettiği, silinmediği yolunda kesin kanaat sahibi bir münevverdi. Biz o kalın, tuğla gibi kitapların altından bu “münevver Halil İnalcık”ı bulup çıkarmalıyız işte.

Halil İnalcık Hoca son 20 yıla kadar büyük ölçüde tarihçiler tarafından bilinip tanınan biriydi, özellikle 1999’da başlayan “Osmanlı’nın geri dönüşü” ile birlikte bizlerin sık sık atıfta bulunduğıumuz biri haline geldi ve okurlar makale ve kitaplarını hatırlamaya başladı. Bunun üzerine yayıncılar hocayı sıkıştırmaya başladılar ve sonuçta ömrünün son 10 yılında onlarca kitabı okurlarıyla buluştu. Diyebilirim ki kitaplarının yüzde 70’i son 10 yılda basılmıştır.

Osmanlı’nın yeniden gündeme gelme sürecine mütevazı da olsa katkıda bulunanlardan biri olarak bundan müftehirim ve hocayı ömrünün son 20 yılında tanımış olmaktan eski deyişle “mübâhiyim.” Onu bir insan olarak tanımak en az tarihçi ve hoca olarak tanımak kadar keyifliydi zira.

Merak eden bir kafa

Yeri gelmişken bir hatıramı nakledeyim:

Yıllardan 1998-99 olmalı. Beyoğlu’ndaki Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde konferansı vardı hocanın. Çıkışta birkaç kişi (hafızam yanıltmıyorsa sevgili Bülent Arı da vardı) hocayla beraber yürümeye başladık. Hoca “Gelin size balık ısmarlayayım” dedi. Bu ne devletti! Elbette.

Gitti, Balıkçılar Çarşısı’ndan balığı itinayla seçti, pazarlığını yaptı, tarttırıp paket yaptırdı. Sonra Çiçek Pasajı’na götürdü bizi, orada bir lokantaya pişirtti, hatta garsona nasıl pişireceklerini bile tarif etti. Sonra yemek boyunca hemen hiç tarih konuşmadan İstanbul’dan şundan bundan bahsetti durdu. Bu zevkin yanında balığın lafı mı olurdu?

Bir tarihçinin siyasete angaje olmasına karşıydı hoca. Siyasete kayan tarihçileri eleştirirdi. Çok fazla gezenleri ve konuşanları da! Oturup çalışın, araştırın derdi. Gezmek zihninizi dinlendirmek için olmalı. Asıl işiniz araştırmak olmalı.

Merak eden bir kafaydı Halil İnalcık. Yeniliklere daima açıktı, kendi kendisini eleştirir ve araştırarak aşardı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılını 1299’dan 1302’ye alırken bir ara 1301’de karar kılmış ama o fikrini sonra değiştirmişti. Mutlak hakikat yoktu ona göre. Minik dahi olsa ihtimallere açık kapı bırakmalı derdi.

Bir seferinde Fatih’in Venediklilerce zehirlenip zehirlenmediği meselesini araştırıyordum. Vaktini almak pahasına kendisine sordum. Bana “Sen ne düşünüyorsun?” diye mukabele etti. Ben de zehirlenmediğini düşündüğümü, mevcut şeker, nikris vb. hastalıklarının komplikasyonlarından vefat ettiğine inandığımı söyledim. “Kapıyı tamamen kapatmayalım, zira Venedik belgelerinde zehirleme teşebbüslerinden bahsediliyor. Ama benim de galip kanaatim zehirlenmediği yönünde.”

Bir tarihçi böyle düşünmeli dersiydi bu.

İnalcık hoca bizdeki bilim adamı kasıntılığıyla alakası olmayan bir insandı. İnsana insan olarak değer verir, hatır ve gönül bilir, istifade edecek herkese kapısını ve gönlünü açardı. Hatta mezarı başında torununun çocuğu yaşında bir delikanlıyla karşılaştım, bir süre önce hocayla görüşmüş ve kendisini yetiştireceğine dair söz almıştı.

“Yâr-ı sâdık”

Derin Tarih’in ilk sayısında yazısı çıkmış ve dergi danışma kurulumuzda isminin yer almasına izin vermişti. Ancak “Atatürk’ten kafatası dersleri” başlıklı kapağımız üzerine arayıp bu konuda bizim gibi düşünmediğini ve isminin çıkarılmasını istedi. “Benim Atatürk’e bakışım sizinkinden farklı” dedi. Biz de saygı duyduk.

Gerçekten de merhum Halil İnalcık’ın İnkılap Tarihi alanındaki fikirleriyle uyuşmamız kabil değildi ama bu görüş farklılığı dostluğumuza engel olmadı. Her telefon görüşmemizde “Dostum” diye hitap ederdi. Tarihçilerin Kutbu adlı kitabını imzalayıp göndermiş ve üzerine şunları yazmıştı:

“Aziz dostum Mustafa Armağan’a en iyi dileklerimle.”

İmzadan sonra bu defa Osmanlıca olarak şunlar okunuyordu:

“En samimi temennilerimle. Yâr-ı sâdık.”

Yâr-ı sâdık, sadık yar…

O şimdi Fatih Camii haziresinde, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ile Diyarbekirli alim Ali Emiri Efendi (mezar taşı yazısı hattat Hamid’e aittir), Mesnevi şarihi ve Ankara valisi Abidin Paşa ile ünlü tarihçimiz Mecelle müellifi Ahmed Cevdet Paşa arasında uyuyor son uykusunu.

Çok çalıştı, Allah ona adeta rahat çalışabilsin ve eserler verebilsin diye sağlıklı ve bereketli bir ömür nasip etti, o da bu sermayeyi hakkıyla kullandı. Bize Osmanlı’dan bir tünel kazdı ve yalnız geçmişe değil, geleceğe bakışımızı da belirledi, en önemlisi, özgüvenimizi artırdı.

Allah rahmetiyle mukabele etsin.

Osmanlı tarihçiliğinin Halil Gazi’siydi

Halil İnalcık Osmanlı tarihini evrensel tarihçilik standartlarına oturtmuş, tarihin sırlarının sadece satırlarda değil, satır aralarında da gizlendiğini, yalnız yazılanda değil, yazılmayanda da yattığını göstermiştir. “Âşıkpaşazade Tarihini Nasıl Okumalı?” başlıklı makalesinde bir 16. yüzyıl tarihçisini nasıl didik didik ettiğini, ideolojik taraflarını nasıl sorguladığını hayretle görürsünüz. Sonra sosyal tarih alanına yaptığı katkılar asla unutulmaz. Ekonomi tarihi ve sosyal tarih alanlarında Ömer Lütfi Barkan ile birlikte devrim niteliğinde çalışmalar ortaya koymuş, özellikle Fatih dönemini retorikten kurtararak ayakları yere basar bir hale getirmiştir.

Tanzimat devrini inceleyerek başladığı Osmanlı tarihi yolculuğunun son yıllarında başa dönerek Osman Bey ve devrine yönelttiği projektörü ilim alemine kuruluş devrini yeni bir ışık altında göstermeyi başarmış ve ünlü “Osmanlı Devleti 1302’de Yalova’da kuruldu” teziyle de sürekli yenilikler getirdiği Osmanlı tarihçiliğine bir ufuk daha açmıştır.

2004 yılında Bilkent’te yapılan bir toplantıya çağırıp konuşturmuştu beni. Orada söylediğim bir cümle şuydu: “Halil İnalcık gözkapakları olmayan bir tarihçidir.” Gözkapakları çokça kapanan tarihçiliğimize bu pürdikkat zihin yeni bir çığır açmış ve Devlet-i Aliyye’nin ihtişamını dosta ve düşmana göstermişti.

Ben ona Osman Gazi gibi bir uçbeyi olmasından dolayı “Halil Gazi” demeyi tercih ediyorum.
Mekânı cennet olsun.

Bir cevap yazın