Necip Fazıl belgedeki tahrifatı nasıl yakaladı?

Necip Fazıl, bir tarihçi değil, bir sanat ve tefekkür adamı olmak davasındadır, bu sebeple eserine bir “tarih denemesi” olarak değil, “ideolocya örgüsü” karşısında “umumî kıymet hükmünü çizgi çizgi billurlaştırma” çabası olarak bakılmasını ister. Asıl ilginç olan husus, öğretmek istediğinin olgular değil, mânalar olmasıdır! Tarih usulü (yöntemi) de tarihin inşasındaki kanunlara aykırılık göstermeden “hikmet ve sanat fırçasıyla içyüzüne inmek ve (dinamik) çizgiler yolundan, hikâye üstü ruha tırmanmak”tır.

Öyleyse Ulu Hakan kitabı ne bir tarih, ne de bir tarihî edebiyat eseridir. Sadece olgulara dayalı ilmî, aklî, “teessürî” bir tez, bir manifesto ve bir dava çerçevesidir. Onun için kitapta bibliyografya, dipnot vs. gibi “ilim üniforması nişanlarından eser aramak yersiz”dir. Zaten anlatılanlar matematik gerçekler halinde “sabit ve apaçık meydanda”dır. Yazarı, okurundan böyle bir fikir işinde ırgatlık tarafına ait zahmetlerden bağışlanmasını isteme hakkını kullanacaktır. O, “allâmelerin yaldızlı cübbesinden uzak kalmak” ister; yine de kendisini yalanlamaya kalkacak olanlara “hodri meydan” demekten çekinmez.

Dava adamlarının zihinlerinde, mevcut kirli zemini temizlemek ve etkilemek istediği okurlarının, daha doğrusu dâva elemanlarının zihnini olabildiğince berraklaştırmak için başvurulan ana yöntem, dünyayı ikiye bölerek bir ‘baş dost’ ve bir ‘baş düşman’ tespit edip davasını bu kutuplaşma çerçevesinde tanımlamaktır.

Necip Fazıl ‘baş dostu’nu 20 yıl önce bulmuştur zaten (onun ismini burada özellikle büyük harflerle yazması dikkat çeker): “Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han…”

Peki ya baş ‘düşmanı’? O kimdir? ‘Baş düşmanı’ hakkında bize şu ipucunu gösterecektir sadece:

“Ters tarafından onun kadar ehemmiyetli düşmanıma gelince, Allah’tan duam şu ki, bir gün, o borcu da ödeme imkânını bana bağışlasın…” (age, s. 9)

Aslında Sultan Vahidüddin adlı eserini okuyanların bu kitapta iddiaları delilleriyle çürütülen kişinin onun ‘baş düşmanı’ olduğunu bilmelerinde fayda vardır.

 

Duruşma salonunda

 

İlginçtir, “baş düşmanı” hakkında bu kitabı yazmıştır. Hangi kitabı mı? Elinizdeki sayıda yazılış hikayesini Muhsin Abdülhamid’den okuyacağınız Arapça basılan “Put Adam” (er-Raculu’s-Sanem) adlı kitabı!

Yeri geldiği için değinelim: Necip Fazıl Kısakürek Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin’i yazdığı için hapis cezası almış ve bu cezayla beraber mezarına gitmiştir. Zira yaşlılık gerekçesiyle affı için avukatı vasıtasıyla devrin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e başvurmuş ancak talebi geri çevrilmişti. Tabiatıyla böylesine bir “ceza sömürgesi”nde “Put Adam”ın Türkçesinin basılması mümkün olamayacak ve o “borcu” Türk okuruna ödeyemeyecekti.

Tarihçiler yabana atmasın: Necip Fazıl’ın Sultan Vahidüddin kitabında kullandığı bir belgedeki dikkati, epeyce karanlık bir alana tıkılmış bulunan İnkılap Tarihi’ne de ışık tutacak niteliktedir.

Mustafa Kemal Paşa’nın 1919 Haziran’ında Havza’dan Sultan Vahidüddin’e çektiği telgrafın bir kelimesinin Nutuk’ta, dolayısıyla diğer yayınlarda değiştirilmiş olduğunu iddia eder Necip Fazıl. Buna göre Mustafa Kemal, Sivas Kongresi sırasında Sivas’ta çıkarılan İrade-i Milliye gazetesinin Eylül 1919 tarihli ilk sayısında yayımlanan telgrafın metninde “ilkâ-i milkdarîleri” demekte ama Nutuk’ta ve Meclis Zabıtlarında aynı telgrafın metnini yayımlarken nedense “ilkâ” kelimesinin yerine “dilhâh” getirilmiştir. Oysa ilkâ, zorlama, zorlayarak itme, bir gemiyi kızaktan denize indirme gibi anlamlara gelmektedir.

Bu kelime değişikliğinin önemi şuradadır ki, değiştirilince Sultan’ın arzusuyla başladığı vazifesine devam ettiğini söylemekte ama vesikanın aslında Sultan’ın zorlamasıyla, itmesiyle, itelemesiyle başladığı vazifeye devam ettiğinden bahsedilmektedir. Buradan çıkan sonuç da bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya kendi isteğiyle değil, zorla gönderildiğidir. Sivas’ta bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın tarafından çıkarılmasına önayak olduğu İrâde-i Milliye gazetesindeki yayınında cümle şöyledir: “İlkâ-i milkdârilerinden mülhem azm u imân ile vazife-i âcizanemde müdâvim bulunuyorum.” Oysa TBMM Zabıt Ceridesi’nde (cilt 1, 1940) bu cümle şu hale getirilmiştir: “Dilhâh-i milkdârilerinden mülhem azm u imân ile vazife-i âcizanemde müdâvim bulunuyorum.” (Bkz. Necip Fazıl Kısakürek, Sultan Vahidüddin, Toker 1968, s. 182-4. Ayrıca bkz. M. Armağan, Küller Altında Yakın Tarih, Timaş 2006.)

 

Büyük Doğu arşivinden

 

Nitekim Nutuk’un ilk sayfalarında bunu Gazi de şöyle itiraf eder:

“Bu vâsi selahiyetin, beni İstanbul’dan nefy ü teb’îd maksadıyle Anadolu’ya gönderenler tarafından, bana nasıl tevdi edildiği mucib-i istiğrâbınız olabilir (Bu geniş yetkinin beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak maksadıyla Anadolu’ya gönderenler tarafından bana nasıl emanet edildiğine şaşırmış olabilirsiniz)” [Nutuk, Ank. 1927, s. 7; (sadeleştirilmiş hali-MA)].

Nutuk’taki bu kritik cümle karşısında ‘Mustafa Kemal Paşa Samsun’a kaçarak gitti’ efsanesinin Cumhuriyet devrinde nasıl ve kimler tarafından çıkarılabildiğini anlamak iyice güçleşmektedir. Nitekim Kâzım Karabekir Paşa eserlerinde zaman zaman bu yaman çelişkiye dikkat çekmiş bulunmakta, (İstiklâl Harbinin Esasları, İstanbul 1951, s. 43). Rıza Nur da hatıratında değinmektedir (cilt 3, Altındağ: 1968, s. 560-1).

Görüldüğü gibi aslında meslekten bir tarihçinin bulması gereken bu belgedeki değişikliğin, daha doğrusu tahrifin Necip Fazıl gibi kendisini tarihçi olarak görmeyen bir mütefekkir gözüyle yakalanmış olması, tarih malzemesine vukufiyet bakımından hiç de yabana atılmaması gereken bir tarafı olduğunu yeterince açık bir şekilde ortaya koymaktadır sanırım. O da malzeme üzerinde çalışmaktadır ama bu çalışma, mevcudu tekrarlama şeklinde değil, onu farklı bir gözle okuma ve tenkid etme, sonra da yeni bir çerçeveye oturtma şeklinde rekonstrüktif bir tavır şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bunun da tarihçilere malzeme sunmaktan çok usul bakımından katkıda bulunacağı aşikârdır.

 

İrade-i Milliye gazetesinin Eylül 1919 tarihli ilk sayısında yayımlanan telgrafın metninde “ilkâ-i milkdarîleri” ifadesindeki “ilkâ” kelimesi Nutuk’ta ve Meclis Zabıtlarında “dilhâh” şeklinde değiştirilmiştir.

 

Bu bakımdan tarihçilerin, özellikle de ondan hoşlanmayan İnkılap tarihçilerinin Necip Fazıl’ın ve benzeri akademi dışı tarihçilerin eserlerine bigâne kalmalarını anlamak kolay değildir. Herhalde malzemeyi görmezden gelmek tarihçilerin en son yapması gereken işlerdendir ama bu dışlayıcı usulün ülkemizde pek de nadirattan görüldüğü söylenemez. Necip Fazıl’ın bu belgeyi açıklarken TBMM Zabıt Ceridesi’nde sayfa numarasını değil de ‘satır numarası’nı verdiği için eleştirmek kolaydır da aynı belgeyi yıllarca sayfalarda seyretmek ama metnindeki ilkâ kelimesinin dilhâh kelimesiyle değiştirilmesine kör olmak affedilir cinsten bir ihmal olmasa gerektir.

Bir cevap yazın