2000 yılında kıyamet kopacak!?
Bu yazı yayımlandığında 2000 yılına 343 gün kalmış olacak; başka bir hesapla sekiz bin kusur saat. “Ee, ne olmuş yani?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. “Üstelik sen değil misin geçtiğimiz salı günü 2000 yılı beklentilerini histeri nöbetine benzeten?” Doğru; doğru ya, bugün seslendireceklerim benim görüşlerim değil. Batı dünyasında ciddi bir korku haline gelen Millenium Paniği’ne kapılanların görüşleri.
Time’ın 18 Ocak 1999 tarihli sayısı, Batı’da bu çok konuşulan konuya kapakta yer vermiş: “The End of the World!?!” (Dünyanın Sonu!?!) Kapak resminde elinde bir haç tutan, beyaz elbiseli, uzun saçlı bir adam arkası dönük vaziyette duruyor; arkasında da “Dünyanın Sonu” yazıyor, besbelli Hz. İsa bu. Ne oluyoruz? demeye kalmadan derginin sayfalarına dalınca anlıyoruz ki, yüzyıl başında “Tanrı öldü” çığlıklarını atan sözüm ona ‘ilerici’ Batılılar, tıpkı bin yıl önce kıyametin kopacağından ödleri kopan ve dağlara tırmanan Hıristiyanlar gibi akıl almaz bir panik içerisindeler.
Y2K şeklinde formüle ettikleri varoluşsal kaygı var bir de: 2000 yılında dünyadaki bilgisayarların çoğu ile mikroçip devrelerinin iflas edeceğini, böylece marketlerdeki kasalardan kıtalar arası balistik füzelere kadar yığınla aletin yeni bin yıl başlar başlamaz battal hale geleceğinden dehşete düşmüşler. Yalnız korkmuyor, bu hayati meselenin çözümü için ciddi kaynaklar ayırıyor, özel olarak kurulmuş ekipler harıl harıl çalışıyormuş.
Ben bu kaygının altında, Batı’nın 2 asırdır dünya üzerinde kurmak için savaş verdiği hegemonya ve tahakküm zincirlerini elinden kaçırma korkusunun yattığını düşünüyorum. Faraza kıtalar arası balistik füzelerin programları böyle bir bilgisayar kusuru yüzünden bozulsa, dünya üzerindeki kontrollerini azaltacağından endişe ediyorlar.
Konunun bir başka veçhesi ise Millenium Paniği. Akılcı olduklarıyla bu kadar övünen Amerikalılar 2000 yılını yine dağlarda, kendilerine göre, güvenli bölgelerde geçirmek için şimdiden planlar yapıyor, hatta evlerine kahve, şarjlı lamba, odun, pirinç, tuz gibi maddeleri stok yapıyorlarmış. (Böyle bir ailenin fotoğrafı da yer alıyor dergide.) Arkansaslı hidrolik uzmanı Bryan Elder daha büyük bir panik içinde. “Kazara kurtulan bile olmayacak.” diyor ve cehennemin 1 Ocak 2000’de ışıklar sönünce başlayacağını ekliyor. Şimdiden sığınacak bir mağara aramaya başlamış bile kendisine. Dallaslı Karen Anderson, bizdeki tabirle “modern” giyimli hoş bir bayan. Fakat düşünceleri epeyce “geri”! Kıyametin kopacağı mahut günde evinde oturup medeniyetin tükeneceği saati bekleyecekmiş. Kıyametten sonraki yabani hayatta -tabii sağ kalabilirse- ayakta kalma mücadelesi vermeyi planlıyor şimdiden.
Velhasıl, bizim ciddiye almadığımız büyük bir panik yaşanıyor Hıristiyan aleminde şu günlerde. Bunu Batı akılcılığının bütün çabalarının boşa çıkması olarak yorumlayanlar olduğu gibi, dinin dönüşü şeklinde tefsir edenler de, yeryüzünde Batı hegemonyasının zayıflamasının dönüm noktası diye benim gibi tevil edenler de var. Zannediyorum, bunlar üzerinde yıl boyunca çok konuşulacak. Ancak bizi ilgilendiren iki soru takılıyor kafamıza:
Devletlularımız, irtica ile savaşa kafa yordukları kadarını beklemiyoruz; ama hiç değilse dünya platformunda en önemli güç kaynaklarından biri olan bilgisayarların iflas edebileceğine ilişkin bir teşehhüd miktarı olsun düşündüler mi acaba? Ben de kalkmış nelerden söz ediyorum. Can düşmanımız ilan edilen bölücübaşının İtalya’dan elini kolunu sallaya sallaya “bilinmeyen bir yere gitmesi” (tam da içinde bulunduğumuz acıklı bilgi düzeyini resmeden enfes bir ifade) karşısında günlerdir çaresizlik içinde kıvranan bir devletin 2000’li yıllara dair dünya çapında hangi iddiası olabilir veya bu iddia ne kadar ciddiye alınabilir?
Varın siz karar verin.
KÜLTÜR BAHÇEMİZDEN
Refik Halid’in dilinden Ramazan hazırlıkları
Berat Kandili geçince evde Ramazan hazırlığına başlanırdı; iki hafta süren bu hazırlık esnasında evler, baştan ayağa yıkanır, günlerce tahta gıcırtıları, İstanbul şehrine, sokaklarından kağnılar geçen bir Anadolu kasabası ahengi verirdi.
Ramazan’dan bir iki hafta evvel babam, bir sabah “evrad”ını okuduktan ve namazını kılıp zikrini bitirdikten, “Sabah-ı şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler defola!” diye duasını da tamamladıktan sonra -başında keten takke, sırtında nafe kürk, burnunda altın gözlük- köşesine hususi bir ehemmiyetle oturur, evin erkanını nezdine çağırırdı. Önünde hokka, kalem ve elinde bir defter hazır… İçtimadan maksat, Ramazan erzakını tespit etmek, yani listesini yapıp Asmaaltı tüccarlarından yağcı İbrahim Bey’e göndermek…
Refik Halid, Üç Nesil, Üç Hayat, Semih Lütfi Kitabevi, ts., s. 129-130
SARMAŞIK
Utanç Duvarı’na koruma!
Newsweek’in geçen sayılarından birinde ilginç bir haber göze çarpıyordu. 1989 yılında iki Almanya’nın birleşmesiyle sonuçlanan süreçte yıkılan ve parçaları bir süre eski Doğu Alman generallerinin apolet, madalya ve şapkalarıyla birlikte işportalara düşen Berlin’deki ünlü Utanç Duvarı’nın çok küçük bir kısmının korunmuş olmasına hayıflanıyormuş tarihsever Almanlar. Keşke o, 40 yıldan fazla süren ve yüzlerce insanın kendi askerleri tarafından katledildiği dehşet günlerinin vahametini gelecek nesillere de hatırlatmaya yetecek uzunlukta, adamakıllı bir duvar parçası kalabilseydi ayakta, diyesiymişler.
Biz gözümüzün önündeki tarihi mirasımızı zücaciye dükkanına dalan bir fil gibi durmaksızın tahrip ederken, hatta bu topraklarda yaşadığımızın izlerini neredeyse kendi ellerimizle kazırken, elin Alman’ı adı üstünde Utanç Duvarı’nı koruma altına almayı düşünüyor. Modern olmanın bizde olduğu gibi tarihinden kopmak olmayıp aksine onu bilinçli olarak sahiplenerek yeniden üretmek olduğunu bilen Almanların bu “tarih bilinci”ne gıpta etmekten başka bir şey gelmiyor insanın elinden.