Türkiye, 27 Mayıs 1960 Cuma sabahına, radyoda erkenden yayınlanan şu asık yüzlü anonsla uyanmıştı: “Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır.”
İlk günkü havaya bakarsanız 27 Mayıs’ın “kansız” veya “beyaz” ihtilal olarak sunulduğunu görürsünüz. Ancak ilerleyen günler, hem siyasetin, hem askeriyenin, hem de yargının kanlı ve kara sayfalarını açacaktı Türkiye’nin önüne. Önce bir cadı avı başlayacak, Demokrat Partililer çöp kamyonlarına doldurulup hapishanelere tıkılacak, sonra Yassıada gibi dünya adalet tarihine bir leke olarak geçen utanç sayfası açılacak ve orada adı Yüksek Adalet Divanı olan ucube bir mahkemenin başkanı “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.” diyerek yalnız siyasetin değil, hukukun da oyuncağa çevrildiğini itiraf edecekti.
15 Eylül 1961 günü açıklanan kararlar, içlerinde Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı, hatta Genelkurmay Başkanının da bulunduğu 15 sözüm ona ‘suçlu’yu idama mahkûm edecekti. Yüzlercesisallandırılmadıkça işlerin düzelmeyeceğini savunanlarla yapılan ‘pazarlıklar’ sonucunda alınmıştı bu karar. Kan dökülmezse ihtilali niçin yaptıklarını izah edemezlermiş çevrelerine. 72 mezarın kazıldığı söyleniyordu İmralı’da. Af için bastıranlara bir cevap vermek gerekiyordu. Mahkemeden idam kararları çıkmazsa bir karşı darbe yapılacağı tehdidi pervasızca dillendiriliyordu.
27 Mayıs darbesi ne ilk ne de son olacak, üstelik kan değil, kanlar dökülecek ve kardeş kavgasını önlemek uğruna iktidara el koyduklarını söyleyenler, bir partiyi (DP) tasfiye edip rakibini (CHP) iktidara taşımak amacıyla silahlı baskı ve tehdit uygulamaya kadar vardıracaklardır işi.
27 Mayıs darbesinin en unutulmaz, zehirden acı sahneleri ise Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın 16-17 Eylül 1961 günlerinde ıssız İmralı adasında gerçekleşen idamlarıdır.
15 Eylül günü Yassıada’dan kalkan askeri bot, elleri arkadan bağlanmış 14 mahkûmu götürmüştü İmralı adasına. Peki 15. yolcuya ne olmuştu? O günkü resmi açıklamaya göre ‘Sakıt Başvekil’ Menderes, hastaydı. İmralı’ya ulaşan idam mahkûmları ise şunlardı:
Celâl Bayar, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Refik Koraltan, Agâh Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Ahmet Hamdi Sancar, Nusret Kirişçioğlu, Bahadır Dülger, Zeki Eretaman, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu ve Org. Rüştü Erdelhun.
Milli Birlik Komitesi mahkemece verilen 15 idam cezasından Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ınkileri onaylamış, diğerlerini ömür boyu hapse çevirmişti. Ancak Bayar’ın yaşı infaz sınırını aştığı için cezası ömür boyu hapse çevrilmişti. Geride 3 kurban kalmıştı.
3 kurban seçildi
16 Eylül 1961 Cumartesi gece yarısını yeni geçmişti. Hücresinin kapısını açanlara, soğukkanlılıkla “İdamlara benden mi başlıyorsunuz?” sorusunu yönelten Zorlu’yu iki gardiyan koridora çıkardılar. Gözlükleri alınmıştı; çevresini bulanık görüyordu. Başgardiyanın odasına götürdüklerinde abdest almak istediğini söyledi. İzin verdiler. İki rekat namazını kıldı. Ailesine iki satır bir şeyler yazmak istedi.
Sehpanın altına gelindiğinde infaz savcısı kararı yüzüne karşı okudu. Gerekçesini hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Yafta beyaz gömleğin üzerine iğneyle iliştirildi. İki imam gelmişti. Birisi Zorlu’ya son dinî telkinde bulundu. Köklü bir Osmanlı ailesinden geliyordu. Dinî kültürü kuvvetliydi. Hocanın telkin verirken düştüğü Arapça hatalarını bile düzeltti. Sonra ellerinin arkadan değil, önden bağlanmasını istedi. İsteği kabul edilmedi. Cellat heyecandan titriyordu. “Oğlum” dedi cellada, “Ne titriyorsun? İlmek senin değil, benim boynuma geçecek.”
Ve dudaklarında kelime-i şehadetle kimseden yardım almadan sehpaya çıktı. Son sözü “Allah memleketi korusun, haydi Allahaısmarladık” oldu. İşini kendisi halletmek istedi. Sandalyeye çıktı, yağlı ilmek boynuna geçirilirken son derece sakindi. Ayağının altındaki sandalyeyi tekmeledi. Ancak garip bir şey oldu o anda. Uzun boylu olduğu için ayakları masaya değmiş, idam gerçekleşmemişti. Cellada, masayı itip Zorlu’nun ayaklarını boşlukta bırakmak düştü. Saatler 02.57’yi gösteriyordu.
Hasan Polatkan’ın idamında bir fevkaladelik görülmedi. Mithat Perin’in anlatımına göre Polatkan daha ilk günden idam edileceğine inanmıştı. Korktuğundan değil ama Yüksek Adalet Divanı’nın savunma yaptırmamak için elinden geleni ardına koymayan tavrı karşısında “Bu şartlar altında müdafaamı yapmayacağım.” deyip ret tavrını takınmıştı. Bu, mahkemeye bir tür meydan okuma anlamına geliyordu.
Gördüğü adice muamelelere bedeni tahammül edememiş, 40 kiloya düşmüş, adeta canlı cenazeye dönmüştü. Hücresinden alıp sehpaya götürdüler. Kendinden geçmiş gibiydi. Saat 03.05’i gösterirken İmralı’daki darağacında Hasan Polatkan’ın cansız bedeni sallanıyordu. O sırada yan hücrelerde bulunan kader arkadaşları hafız olan Agah Erozan ile İbrahim Kirazoğlu ruhuna yüksek sesle Kur’an-ı Kerim okuyorlardı. Sonra koyu bir sessizlik çöktü adaya.
Ertesi gün öğleye doğru bir botun İmralı iskelesine yanaştığı duyuldu. Saatlerdir sakin duran adanın aniden hareketlendiğini duyuyordu kulakları. Yine sakin geçen dakikalar… Ve ardından koşturmalar. Üç kişinin ayak sesleri…
16 Eylül sabahı, bir kibrit kutusuna doldurduğu 30 kadar Equanil adlı uyku hapını içerek intihar ettiği söylenen (bence intihar değildi) Adnan Menderes’in midesi yıkandıktan ve hiç gerek yokken çırılçıplak soyulup prostat kontrolü yapıldıktan sonra hasta ve bitkin bedeni İmralı adasının rutubetli toprağında ağır ağır sürükleniyordu.
Adli Tabip Lütfü Tuncay’ın “infaza mani hali vardır” raporuna rağmen elleri kelepçelenip İmralı’ya götürülen Menderes’in idam sahnesi, hâlâ hafızalardadır. Sükûnet içinde kürsüye çıkan Menderes, celladın ipi boynuna geçirmesinden sonra izin istiyor, o ünlü fotoğrafta görüldüğü gibi sağına doğru dönüp bir şeyler mırıldanıyordu. Bu sırada dudaklarından neler döküldüğü tam bir sır. Kimisi kelime-i şehadet getirdiğini söylüyor, kimisi de dua okuduğunu. Oysa Nazlı Ilıcak, “Menderes’i Zehirlediler” adlı kitabında koynundan çıkan bir kâğıt parçasının fotokopisini yayınlamıştır. Ne yazılıdır bu kâğıtta biliyor musunuz? Her Müslüman’ın zor demlerinde okuduğu Tevbe Sûresi’nin son iki ayeti:
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. (Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka İlâh yoktur. Ben sadece O’na güvenip dayanırım. O yüce Arş’ın sahibidir.”
İdam anında İmralı’daki diğer sanıklar Menderes’in “Allah” diye haykırdığını duydular. Ve o anda iki beklenmeyen olay gerçekleşti. Birincisi aniden boşalan yağmur, ikincisi ise karaağaçların üzerine tünemiş yüzlerce kuşun sesle beraber çığlık çığlığa havalanması. Bir tanık, “Bu yağmurun yağdığı ve toprağı suladığı sırada, büyük vatan evladı Menderes’in, aziz ruhu bulutların arasına süzülmüş ve mübarek cesedini bu yağmur suları gasletmişti.” diyecekti yıllar sonra (bu tanık, Fatih’in hocası Şeyh Akşemseddin’in torunlarından Reşat Akşemsettinoğlu’dur).
Arkadaşı Gıyaseddin Emre’de çıkan son mektubunda bugünkü ahvale dair ince mesajlar veriyordu Menderes. Adeta kehanet gibidir bu mesaj. Okuyalım ve üzerinde düşünelim beraberce:
“İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950’de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü sizi ebediyete kadar takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir.”
Türk siyasetinin Kerbela’sı olan 27 Mayıs, bundan tam 49 yıl önce üç can almıştı. Ancak onların şahsında bu milletin ruhu, onları affetmedi ve affetmeyecektir. Onlar kim mi? “Yeter söz milletindir” sözünden kimler rahatsız oluyorsa onlar…
17 Eylül 2010, Cuma
3 Comments
iskender adalı
25 Eylül 2010 at 20:08bugunlere kadar osmanlı sultanlarının basta abdulhamıt han olmak üzere ve menderes, özal gibi vatanına hizmette sınır tanımayan liderlerimizin bizlere hep kötü tanıtılması bence ne bilgisizlikle ne de baska birseyle acıklanabilir bu tamamen planlanmış bir projedir. bizleri kendi oyuncakları sananlera ve onlara hizmet edenlere vermiş olduğunuz bu dersler için teşekkür ederim
Süleyman Nişanoğlu
23 Ekim 2010 at 17:57Bu güzel yazı için tebrik ederim, sizi zaman gazetesinde günlük yazılarınızla da görmek isteriz.
perihan
31 Ekim 2010 at 19:55osmanlı padişahlarının gömülmediği (fatih, kanuni )sanduka içinde yer altında odacıl yapılıp bekletilidiği doğru mu teşekkürlrt