En sihirli şey, çocuğun ruhudur.
Cengiz Aytmatov
1928 yılında Bişkek’e bağlı Talas vadisinde, Çin sınırına yakın bir bölgede bulunan Şeker köyünde dünyaya gelmiş olan Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov, 10 Haziran 2008 tarihinde Almanya’nın Nürnberg şehrinde hayata gözlerini yummuştu.
15 yıl nasıl da geçmiş… Derken bir hatıralar geçidi başlıyor.
Cengiz Aytmatov ile son yıllarında gerek Kırgızistan’da, gerekse Türkiye’de çeşitli defalar bir araya gelme fırsatım oldu. Bu buluşmalarda konuşulanlar daima hatıralarımın en değerli parçaları arasında yer alacaktır.
Cengiz Aytmatov, Türk dünyasının çağdaş dünya edebiyatına bitiştiği en değerli halkayı teşkil ediyordu. Bir başka deyişle, çağlar ve kıtalar arasında kelimelerden kurulmuş bir “altın köprü”ydü Aytmatov. Aynı zamanda Kırgızların sözlü kültürden yazılı kültüre geçişinde aşılması gereken o hayatî eşikte duruyordu.
Sözlü kültür dağarının bakir alanlarına salınmış modern bir Cengiz Han gibi parlamıştı Orta Asya bozkırlarından. Han olan Cengiz nasıl bozkırdan topladığı askerleri bütün yerleşik düzenleri yağmalayıp yıkarak geleceğin Avrasya imparatorluklarının toprağa birer tohum gibi düşmelerini sağlamışsa, yazar olan Cengiz’in “Moğolları” mesabesindeki kalemi ve eserleri de, el değmemiş Altay dağlarının vadilerinde biten göz değmemiş otları biçip heybelerine doldurmaya ve Victor Hugo’nun çağları konuşturduğu o uzun duvara yerleştirmeye koyulmuştu.
Onun bereketli tırpanından edebiyat soframıza dökülen zengin hasat işte ortada: Toprak Ana, Beyaz Gemi, Cengiz Han’a Küsen Bulut, Gün Uzar Yüzyıl Olur, Cemile, Öğretmen Duyşen, Kassandra Damgası, Dişi Kurdun Rüyaları, Elveda Gülsarı ve son yıllarında ilginççocukluk hatıralarını topladığıkitabıÇocukluğum…
Kırgızların deyişiyle “Çingiz Ata” veya bildiğimiz adıyla Cengiz Aytmatov.
Kitapları 152 dile çevrilmişti
Duru bir dil, dil değmemiş bir dünyayı modern insanın kayıp hafızasının çeperine sokmayı başaran modern bir ‘baksı’, halkının Stalinist dönemde katmerlenen acısını okurlarının sadırlarına satırların kaşığıyla içirmeyi beceren çağdaş bir Aziz Augustinus…
Aziz Augustinus sevgili Kartaca’sının yanışını anlatmıştı yaralı kalbinin kanıyla. Gözyaşı yoktu onda da. Roma emperyalizminin intikam çığlıkları karşısında küle dönen ve son izlerine kadar tırpanlanan sevgili şehrini, edebiyatın sonsuz göğüne daima göz kırpan yıldızlarla yazmıştı Tanrı Şehri(Civitas Dei) adlı eserinde. Yanmış ve dümdüz edilmiş Kartaca’nın bu yıldızlara baka baka günün birinde dirileceği, en büyük umudunu oluşturuyordu.
Cengiz Aytmatov ise aynı şeyi Kırgızistan’ı için yapmıştı. Beyaz Gemi adlı uzun hikâyesinde eve sonradan gelen zalim eniştenin Kırgız ailesini nasıl itip kaktığını ve zorbaca güttüğünü yazarak duru bir nehir akışı tadında bir başka emperyalizmin, Rus zulmünün kendi ülkesini ve halkını nasıl inim inim inlettiğini anlatmıştı. (“Stalin diyebilir miyiz enişteye?” diye sormuştum bir seferinde, “Stalinler desek daha doğru olur” diye cevaplamıştı.)
Şundan emin olabilirsiniz: Sovyetler Birliği’nin nefesleri anında kestiği bir devirde ancak bu kadarı anlatılabilirdi.
Eserleri tam 152 dile çevrilmiş bu devin eserlerinin Türkçeye Fransızcadan, İngilizceden, Almancadan kazandırılmış olması, ancak son yıllarda aşılabilmiş olan bir ayıptır. Tabii ki, kültürümüz açısından ağır maliyeti olan bir kayıp…
“Yağmuru hissetmiyorduk”
Aytmatov’la bir görüşmemizde tuttuğum notları ilk defa burada yayınlıyorum:
“Ben insanları düşündürmek istiyorum. Onlara problemi sunuyorum. Okuyup bu problemi hissedenler çözüm arasın istiyorum. Allah bile sonucu açık bırakmıştır. Sanatçı neden her şeyi söylesin?
Şimdilerde Rapçı, modern Manasçılar çıktı. Ben son Manasçıyı tanıdım. Halk çok seviyordu onu. Adı Sayakbay Keralayev’di. O zamanlar gazeteciydim. Onunla büyük bir şenliğe gittik. Halk kolhozda toplandı. Heyecanlı epizotlardan çalmaya başladı. Sanki hepimiz tek bir adama dönüşmüştük. O kadar tesiri altında kalmıştık. O sırada yağan yağmuru bile fark etmedik. Ben sandalyeyle içeri girdim ama arkadan kimse gelmedi. İnsanlar yağmurun altında oturuyordu. Yağmurun ritmi arttıkça Manasçı da onun ritmine uygun olarak çalıyor, söylüyordu. Ben de yanına oturdum. Sonuna kadar dinledim. Yağmur geçti ama o çalmaya devam etti.
Siz sözlü geleneği kaybettiniz ama İstanbul’u yarattınız.
2. Dünya Savaşı’nda askerde hayatını kaybedenlerin “kara kâğıtları” (ölüm haberlerini haber veren yazışmalar) bana gelirdi. Ben o kâğıtları aileye verirken teselli ederek veriyordum. Henüz 14 yaşındaydım. Alır almaz ağıt yakıyorlardı. Gelinlerin kocalarına, kaynanaların da oğullarına nasıl ağladıklarını gözlerimle gördüm.
Yaşadığım yerde tarih bana her şeyi gösterdi. Faciam: Bu olayları yaşamak. Halk her ay savaş parası ödüyordu devlete. Ben de o paraları topluyor ve her sabah 37 km mesafeye gidip paraları bankaya teslim ediyordum. Hiç kimsenin de aklına bana para götürdüğümü sormak gelmedi, benim de gelmiyordu.
Para yenilmez ki
Yalnız bir seferinde trajik bir hadise yaşadım. Yine paraları hayvana yüklemiş, bankaya götürüyordum. Bu sırada bir adamın peşimden koştuğunu gördüm. Bana bağırıyordu ama ne dediğini işitemiyordum. Eşkıya zannettim önce. Sonra haline acıyıp durdum. Ne istediğini sordum. Ekmek istiyordu. Fakat param vardı ama ekmeğim yoktu. Üsteleyince bir kötülük yapacak zannıyla atımı topuklayıp kaçtım. Adam arkamdan bağırıyordu:
Ne biçim insansın, bir parça ekmek versen ne olur?”
Sanat ve iktidar meselesi Aytmatov’un üzerinde durduğu ana meselelerdendi. İngilizce bir dergiye anlattığı şu olay çarpıcıdır:
“Amerika’da bir yazarla konuşuyordum. Ben Sovyetler’deki sansür ve baskılardan şikayet edince dedi ki:
-Ne kadar şanslısınız! Sizi hapse atıyor, sürgüne yolluyor, gazeteler ve parti toplantılarında eleştiriyor, Sovyet toplumunu parçalamakla suçluyorlar. Ama halk arkanızda, size saygı gösteriyor. Gelin görün ki bizim Amerika’da bizi kaale alan yok. İstediğimizi yazıyor, istediğimizi yapıyoruz. Ben hapse girmekten memnun olurdum. Fakat hayır, hiçbir tepki yok. Amerikalıların umurlarında değiliz. Bu anlamda Amerika’da bir hiçiz. Siz kutlu bir halksınız, tarihin sayfaları sizi bekliyor.”
En az bir romanını okuyun Aytmatov’un. Ve o arı duru anlatımın yüreğinize hangi denizin köpüklerini sıçratacağını kendiniz görün.