Gerçekte Avrupa hiçbir zaman tamamen
tecrit edilmemiş, tamamen Hıristiyan
olmamıştır… İslam Avrupa’nın parçasıdır,
İslam mirasımızın parçasıdır.
Jack Goody [1]
İslamın Avrupa bilincinde vuku bulmuş ‘ebedî bir travma’[2] olduğunu söyleyen Edward Said’in çığır açan Orientalism (1978) adlı kitabı, çeyrek asrını 2 yıl önce doldurdu. Bu süre zarfında Avrupa’nın Avrupalı olmayan toplumlar ve kültürlerle olan ilişkilerinin tarihi, önceden tahmin edilmeyen saçaklanmalar sergiledi. Oryantalizmin başka toplumların tarihini çarpıtırken, kendi tarihini de çarpıttığı ve bu ikili çarpık imajın ardından ‘hayalî bir Doğu’ ve ‘hayalî bir Batı’ inşa ettiği daha sık vurgulanır oldu (mesela Thierry Hentsch’in dikenli kitabı Hayali Doğu’sunda bu vurguyu açıkça görmek mümkün [3]). Bu, bir yandan Avrupa tarihinin üzerine örtülen ideolojik şalı açmaya, öbür yandan da Avrupalı olmayan toplumların tarihi üzerine düşürülen emperyal bakışın büyüsünü bozmaya yönelik çift yönlü bir fikrî çabayı tetiklemiş oldu. Böylece tarihlerin içerisinde yıkanıp durulandığı yeni bir kutsal havuz haline geldi tarihçilik mesleği. Tarih yazıcılığı yeniden heyecan verici bir serüvene dönüştü. Bu yeni evrede, silikleştirilmiş bir çok yüzün yeniden aydınlatıldığına tanık olduk ve olacağız. İşaretler bu yönde kuvvetlenerek geliyor üzerimize doğru. Avrupa ile İslam arasındaki ilişkilerin tarihi de benzer bir menisküs kazasına uğramıştı. Koşmak bir yana yürüyemiyordu besbelli. Marshall Hodgson’un “küresel ve eşit bir tarih” çağrısı, ancak 21. yüzyılın şafağında, o da bazı kısıtlı vadilerde yankılar bulabilmiş durumda. Bu vadilerin sayısı ve niteliği çoğaldıkça sesin kaynağının hangi vaadlerde bulunduğunu daha berrak olarak anlama imkânına kavuşacağız. Şimdi bu vadilerde yankılanan seslerden bazılarını yakalamaya çalışalım.
Roma’ya dönüş?
Fransız düşünürü Rèmy Brague’ın Avrupa: Roma Yolu[4] adlı kitabı, Avrupa’nın yeniden Romalı olmaktan başka çıkar yolu olmadığına ilişkin iddiasıyla şaşırtıcı bir çıkış yapıyor. ‘Romalılık’ (Romanitas), yani kendisi dışındaki kültürleri bünyesine dahil etmek, içermek (inclusion), ötekini dışlamamak yönündeki tavrın Avrupa’nın önündeki yegane seçenek olduğunu söylüyor Brague. Ona göre Avrupa ya Romalı inclusivist (kucaklayıcı) tavrına geri dönecek ve İslam başta olmak üzere ‘öteki’ kültür ve toplumlara kapılarını daha fazla açacak ya da kendi içine kapanıp Karanlık Çağ’a doğru haşmetli bir dönüş yapacaktır! Aslında Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinin Avrupa Birliği kapısında kullanabilecekleri yaman bir argümandır bu. Her halükârda ‘AB bizimle daha güçlü olacak’ türünden karanlığa atılan sığ kementlerden daha kuşatıcı ve daha derin bir tez Brague’ınki. Mesela onun Avrupalı olmayı, baştan verili bir konum olarak görmeyen ve Avrupalılığı “Avrupalılaşma” yönünde sonsuz bir çaba olarak değerlendiren şu ufuk açıcı düşünceleri yeterince kışkırtıcı değil midir:
Avrupa’nın içeriği, tam anlamıyla içeren olmaktır, evrensel olana açılmış olmaktır… Avrupalı kendi kimliğine, ileride doldurmak zorunda kalacağı boş bir çerçeve olarak sahiptir sadece… Avrupa sürekli bir kendini-Avrupalılaştırma hareketinden başka bir şey değildir… Avrupa, Avrupalılaşmanın sonucudur, onun nedeni değildir. “Avrupalı” denen mekânın (“Avrupalı” sayılan) sakinleri için tehlike, Avrupalılıklarını kazanılacak değil de baştan elde edilmiş, artık bir serüven olarak değil de konumunun bir kazancı olarak, evrensel bir çağrı olarak değil de bir bölgeselcilik olarak düşünmektir… Bunun sonucu olarak, Roma’nın artık Roma içinde olmaması mümkündür ve “Avrupalı olmayanların” temelde Avrupa’nın şansı olan Romalı tutumu üstlenmeleri ve daha önce Avrupalı olduğunu sananlardan daha çok Avrupalı olmaları mümkündür. [5]
Avrupa’nın çarpık aynaları
Avrupa kimliği hakkında çarpıcı yorumlar içeren bir başka çalışma, Josep Fontana’nın Çarpıtılmış Bir Geçmiş: Avrupa’yı Yeniden Yorumlamak adlı harikulade güzellikteki kitabıdır. (Ne yazık ki, Türkçe tercümesinde kitabın ilk ve asıl başlığı olan Çarpıtılmış Bir Geçmiş’in (A Distorted Past) yayıncı tarafından –nedense- “uçurulmuş” olduğunu belirtmeliyim. Aynı kitabın Litera Yayıncılık tarafından yapılan 2. baskısında bu hatanın düzeltilmiş olduğu görülmektedir.[6]) Gerçek bir tarihçi soğukkanlılığı ve hakikat-perverliğiyle ortaya çıkan, eskilerin deyişiyle “müdakkıyk” İspanyol tarihçisi Fontana’nın “aykırı” yorumlarına bolca rastlanan kitabını, derin bir entelektüel heyecan duymadan okumak kabil değildir. Fontana’ya göre Avrupa kültürüne, nicedir kendisini ve kendisi haricindeki dünyayı çarpık bir tarzda görmesini sağlayan ‘çarpıtıcı aynalar’ hakim olmuştur. Bu yüzden, Avrupa kültürünü, içerisine sıkışıp kaldığı bu muharrif aynalar dehlizinden bir an önce çıkarmak gerekmektedir. Ancak bu başarıldığı zaman gerçekten “evrensel” ve her kültüre hakkını veren âdil bir tarih kavrayışına ulaşmak mümkün olabilecektir. Aksi takdirde, Avrupa’nın geçmişindeki parlak sayfalar, tarihin karanlıklarını boylama tehlikesi ile karşı karşıyadır:
Eğer kendimizi duvarların gerisine hapsetmekte ısrar edersek, hem içeriden hem de dışarıdan gelen saldırganların elinde can vereceğiz. Değişen ortama ayak uydurma yeteneğini yitiren bütün toplulukların başına geldiği gibi, böyle bir durumda Avrupalılar ve yarattıkları uygarlık da yok olacaktır. Bu gerçekleşirse, insanlığın tarihinde bir sayfa kapanmış olacak ve bir yenisi açılacaktır. [7]
Avrupa’yı kuran İslam
Bu yazıda Ele alacağım üçüncü kitap ise başucumda ne zamandır: Europe and Islam [8] (Avrupa ve İslam). Orta Çağ tarihi üstadı Franco Cardini’nin imzasını taşıyan bu her satırından tebahhur tüten kitap, bilinenlerden son derece farklı ve girift bir Avrupa ve İslam öyküsü dokuyor. Floransa Üniversitesi’nde Ortaçağ tarihi dersleri veren İtalyan tarihçi Cardini, İslam’ın Avrupa’da önyargılar, yanlış bilgilendirmeler ve aleyhte yayınlar yüzünden hakiki mahiyetiyle anlaşılamadığını vurguluyor. Eğer tarihe bu önyargılar, yanlış bilgilendirmeler ve çarpıtmalardan salim olarak bakacak olursak, Avrupa ile İslam arasında sanıldığından daha derin ve güçlü bağların mevcut olduğunu göreceğizdir. Cardini, kitabında “Avrupa” ve “İslam” sözkonusu olduğunda aklımıza geliveren Endülüs İslam medeniyetinin Avrupa’nın biçimlendirilmesindeki rolüyle yetinmiyor. İtalyan olmanın avantajından yararlanıyor ve bu defa ‘Sicilya ve Napoli İslam Medeniyeti’nin izlerini takip ederek Avrupa medeniyetine bir tür beşiklik görevi yapmış olan “İtalyan kültüründe İslam faktörü”nü genişlemesine ve derinlemesine mercek altına alıyor. Cardini kitabında bir yerde 827 tarihinde vuku bulan Sicilya’nın Müslümanlarca fethi ve Palermo’nun kuşatılması sırasında Napoli şehri idarecilerinin Bizanslılara karşı Müslümanlara yardımcı olduklarından, hatta Müslümanları, kendilerini Bizanslılardan ve Longobardi Prensleri’nin tasallutundan korumaları için bizzat ülkelerine davet ettiklerinden bahsediyor. Yine mesela, Max Weber’in o yere göğe sığdıramadığı ve modernliğin beşiği saydığı Hıristiyan Avrupa sahil şehirlerinin (“Batı şehri”) Avrupa’ya mahsus bir “başarı” olmaktan ziyade, İslam’ın Avrupa’daki yayılmasının doğrudan bir ürünü olduğunu belirtiyor. Tarih, bir kez daha tepetaklak oluyor Cardini’nin satırlarında. Nitekim Alvaro’nun şikayetlerinden, 9. yüzyıl Kurtuba’sında Hıristiyan din adamlarının Arapça hüsnühat meşk ettiklerini(!) öğreniyoruz. Alvaro’ya göre, Kurtuba’da bulunan papazlar hattatlığa kendilerini o kadar kaptırmışlar ki, Tevrat ve İncil’i, hatta Kilise Babaları’nın eserlerini çoğaltma işini dahi ihmal etmeye başlamışlardır. Ya Sicilya’daki Arap şiirinin gökçe sesleri? “İçlerine sinmiş derin hüzünden dolayı bu şiirleri dinlemeye yürek dayanmaz”, diyor tarihçimiz. Ve İtalyan şiiri üzerinde gezinen Sicilya Arap şiirinin gölgesine bir bıçak gibi sokuyor kalemini. Cardini, İslamiyetin İtalya’daki etkisinin sürekliliğine delil olarak şunu da zikretmeyi ihmal etmiyor: Müslüman Sicilya’nın Normanlarca geri alınmasını müteakip kurulan yeni Hıristiyan idaresinde, eski rejimin Arap kökenli memurları, sadece alt düzey memurluklarda değil, bizzat divanda dahi görev almaya devam etmişlerdi! Böylelikle Norman Krallığı’na Müslümanların katkısına dikkat çekiyor tarihçimiz.
Kısa devre yapan Avrupa!
Cardini’ye göre, aslında Avrupalı halkların bilinci, 18. yüzyıla kadar İslamiyete karşı bugün gördüğümüz türden bir önyargı seliyle kaplanmış değildi. Ne var ki, 19. ve 20. yüzyıllarda Batı kültürü tam anlamıyla bir “kısa devre” yaptı. Bunun sonucunda Arap veya İslam kültürüne ait olan ne varsa, Avrupa kültürünün ‘ötekisi’ olarak kabul edilmeye başlandı ve kültürün iliklerine kadar işlemiş bulunan İslam damgası, büyük bir gayretle Avrupa’nın çok-renkli yüzünden kazınmaya ve sökülmeye çalışıldı. Ama nafile. Çünkü “İslam, Avrupa’yı etkilemiştir” demek bile hafif kalır tarihçimize göre; çünkü ‘İslam, Avrupa’nın doğrudan doğruya kurucu unsurudur’. Tarihçimiz bir adım ileri giderek diyebilirdi ki, İslam olmasaydı “Avrupa” da olmazdı. Eğer, diyor Cardini, antik coğrafyacıların tasvirlerinin ötesine gidip de “modern Avrupa” kavramı ile “Avrupa kimliği”nin nasıl ve ne zaman doğduğunu kendi kendimize soracak olursak, İslam’ın, onun vücuda gelmesinde (negatif de olsa) belirleyici bir faktör olduğunu fark ederiz. Bazı tarihçiler (paradoksal olarak) Hz. Muhammed’i Avrupa’nın ‘kurucu babası’ olarak selamlıyorlarsa da, benzer bir rol neden Osmanlı padişahları olan Fatih Sultan Mehmed veya Kanuni Sultan Süleyman’a da atfedilmesin? Onlar ki, Avrupa kıtasının sakinlerini, mesela Protestanların resmen tanınmasını sağlayarak pozitif, aynı zamanda Avrupa’yı, kendilerini savunmak ve tanımlamak zorunda bırakarak negatif bir yoldan biçimlendirmişler ve böylece Avrupa kimliğinin oluşması için son derece elzem olan “öteki” duygusunu geliştirmelerine yardım etmişlerdir.
Küresel bir tarihe doğru
Bir başka deyişle, İslam’ı aradan çıkardığınızda, Avrupa tarihinin geçmişini olduğu gibi bugününü de boydan boya yırtmış ve sakatlamış olursunuz. Sonuçta, Avrupa tarihi kadar dünya tarihi de anlaşılmaz bir hale gelir. Bu yüzden Avrupa-İslam ilişkilerine geçmişte olduğundan daha nafiz bir nazarla ve daha cevval bir paradigma ve yöntemle bakmak zorundayız. Buradaki yöntemimiz, Avrupa ve İslam ilişkilerini “Doğu-Batı Çatışması” veya “Uygarlıklar Çatışması” şeklinde bir çatışma söylemini yeniden üretmek olmamalı, daha ziyade bir alış-veriş ve etkileşim ağının temasları ve temassızlıklarının diyalektiği noktasında ele almalıdır. Daha doğrusu, Küresel Tarih’in yakın unsurlarının etkileşimleri şeklinde. Eğer Gotik mimarinin İslam’ın eseri olduğunu ya da Venedik’teki San Marco meydanının mimari dizaynının Şam’daki Emevi Camii çevre düzenlemesinden etkilendiğini[9]; Müslümanların Avrupa’ya İspanya ve Portekiz kanalıyla sadece bilimsel ve felsefî abideleri değil, aynı zamanda sulama teknikleri ve tarım yöntemlerini de miras bıraktıklarını, daha önemlisi, “polity”, yani birlikte yaşama pratiğini Avrupa topraklarına bir tohum gibi diktiklerini görmezden gelirsek, ne Avrupa’yı, ne de “biz”i anlama imkânını bulabiliriz. Bugün Avrupa’nın 18. yüzyıldan bu yana içine girdiği “kısa devre”nin tamiri de İslam’la yeniden yüzleşmekle mümkün olacaktır. Çarpıtılmış geçmişin salimen hatırlanmasıyla elbette…
1. Jack Goody, Islam in Europe, Polity Press, 2004, s. 14. Türkçe çevirisi: Avrupa’da İslam Damgası, Şahabettin Yalçın, İstanbul 2005, Etkileşim Yayınları.
2. Edward W. Said, Orientalism, Routledge & Kegan Paul, 1980, s. 59.
3. Thierry Hentsch, Hayali Doğu: Batı’nın Akdenizli Doğu’ya Politik Bakışı, Çeviren: Aysel Bora, İstanbul 1996, Metis Yayınları.
4. Rèmy Brague, Avrupa: Roma Yolu, Çeviren: Betül Çotuksöken, İstanbul 1995, Kabalcı Yayınevi.
5. Brague, age, s. 144-149.
6. Josep Fontana, Çarpıtılmış Geçmişe Ayna: Avrupa’nın Yeniden Yorumlanması, Çeviren: Nurettin Elhüseyni, İstanbul 200?, Litera Yayıncılık.
7. Josep Fontana, Avrupa’yı Yeniden Yorumlamak, Çeviren: Nurettin Elhüseyni, İstanbul 1995, Afa-İntermedya, s. 190.
8. Franco Cardini, Europe and Islam, İngilizceye çeviren: Caroline Beamish, Blackwell Publishers, 1999.
9. Deborah Howard, Venice and the East: The Impact of the Islamic World on Venetian Architecture 1100-1500, New Haven: Yale University Press, s. 2.