Bestekar padişahlar
Geçtiğimiz cumartesi akşamı hoş sürprizler yaşadım. Celali sıcaklarının henüz bastırmadığı bu günlerde Boğaz’da, üstelik Emirgan’da Cemil Meriç üzerine bir çalışma yapmak üzere davetliydim. Davet, sevgili hocam Ümit Meriç Yazan’dan gelmişti. Çıldırtan kokusuyla ıhlamur ağaçlarının altında, guruba gömülmeye hazırlanan güneşin pelteleşmiş ışıklarıyla yıkanmaya başladığımız saatlerde “Cemil Meriç dostları” ile birlikteydim.
Ardından toplantıda hazır bulunan şair dostum İrfan Çiftçi -kendisi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kültür etkinliklerinin başındadır- bizi Cemal Reşit Rey Konser Salonu’ndaki muhteşem bir musıki ziyafetine davet etti. Doğrusu, Şeyh Galib’in
Fırsat ki heva-yı tiz-perdir
Ermek ona bir dahi hünerdir dediği gibi bu fırsat kaçmazdı.
İstanbul’un fethinin 546. yıl dönümü anısına düzenlenen “Bestekar Padişahlar” başlıklı bu konser Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müzik Topluluğu tarafından icra edildi. Genel yönetmenliğini Ahmet Özhan’ın yaptığı konserin ilk bölümünde III. Selim, I. Mahmud, IV. Murad, Abdülaziz ve II. Mahmud’dan olmak üzere 7 parça seslendirildi. Bu bölümdeki parçalar arasında güftesini Şeyh Galib’in yazıp bestesini dostu III. Selim’in yaptığı Şevkutarab kar-ı mehveş ile Abdülaziz’in Hicaz sirto’su tek kelime ile muhteşemdi.
Konserin ikinci bölümünde ise solist Ahmet Özhan, ağırlıklı olarak en büyük bestekar padişah olan III. Selim’in bestelerini seslendirdi. Bir şehzade (Seyfeddin Efendi) ile bir hanım sultan (Fatma Gevheri) tarafından bestelenen eserlerin de icra edildiği bu bölümde Seyfeddin Efendi’nin Şehnaz İlahi’si ile Sultan Vahideddin’in, sözleri Zekai Dede’ye ait Hüzzam Tevşih’i (“Gel vücudun ateş-i aşk-ı Habibullah’a yak”) tasavvufi zevk ve irfanın güzel birer nümunesiydi.
Konserden sonra gerçekten de “hanedan sanatı” diye bir şey olduğuna kanaat getirdim. Asırlarca kendi bünyesinde sanatların en rafinelerini bir gelenek halinde teessüs ettirmiş olan hanedanların, demokratikleşmeyle birlikte ortadan kalkmasının “büyük sanat” adına ne kadar ağır bir kayıp olduğunu -yalnız Osmanlı için değil, bütün dünya sanatı için de- yeni yeni fark ediyordum.
Osmanlı hanedanının bir başka özelliği ise hükümdar düzeyinde sanatkar yetiştirme bakımından benzersiz oluşuydu. Hat, musıki, şiir, son yıllarda ise resim yalnız himaye ettikleri sanatlar olmayıp bizzat icra ettikleri ve devrin sanatkarlarıyla yarıştıkları sanatlardı. Aynı zamanda dünyalarına girebilmek için birer altın anahtar hükmündedir bugün ortaya koydukları eserler.
Cumhuriyet tarihinde şu kadar yönetici geçti başımıza, hiç düşündünüz mü bunların besteleri, resimleri (Kenan Evren’i saymazsak tabii!), şiirleri nerededir? Hani memleketi şiir gibi idare ettiklerini söyleyebilsek neyse, fakat o da hak getire! Aradaki fark, zevkte olduğu kadar kültür ve dile hakimiyetteki çöküşün de en bariz misalini teşkil etmektedir.
Cumhuriyet’ten önceki sanatın saray çevresindekilerden ibaret olduğunu söylemek alışkanlık haline geldi hepimizde. Nitekim Abdülbaki Gölpınarlı, sonradan pişman olacağı Divan Edebiyatı Beyanındadır’da (1945) divan edebiyatının bir saray edebiyatı olduğunu iddia edecek ve bu iddia zamanla yaygınlaşıp genel bir hüküm hüviyeti kazanacaktır. Şimdilerde sosyal tarih çalışmaları da tarihin sadece saraydan ve başkentten ibaret olmadığına dair başarılı örnekler ortaya koyuyor. Doğrudur, geleneksel dönemde sanat, saraydan ibaret değildir. Lakin bir ülkenin sanatı, gerçekten incelmiş ve yükselmiş sanatı da -sanatçıları himayelerine alacak burjuvalar veya alternatif kurumlar olmadığı için- büyük ölçüde saray ve çevresinde -bir miktar da o beğenmediğimiz tekkelerde- üretiliyordu. Bu klasik Hint sanatı için de geçerlidir, Fransız sanatı için de.
İster kabul edelim, ister etmeyelim, insanlığın en üst seviyedeki duygu ve düşünce mahsulleri, monarşiler çağında saray bahçelerinde boy verme imkanını bulmuştur!
Ali Fuad Başgil ile başbaşa
İki ay kadar önceydi, “Kitaplar, ah kitaplar!” başlıklı yazımda, ilim ve fikir adamlarımıza hayattayken olduğu gibi öldükten sonra da nasıl lakayd davrandığımızı örnekleriyle zikretmiş ve sözü, rahmetli Ali Fuad Başgil hocaya getirmiştim. İyi ki de getirmişim, zira unutulduğunu söylediğim Başgil’e sahip çıkanlar olduğunu bu sayede öğrenmiş oldum.
Geçenlerde aldığım faksta, Kubbealtı Akademi Vakfı’nın Başgil hocanın halen hayatta olan eşi Fatma Nüvide hanımefendi ile temasa geçtikleri ve kütüphanesinin dağılmadan muhafaza edileceği belirtiliyordu. Ayrıca Başgil’in Gençlerle Başbaşa ve Din ve Laiklik adlı kitaplarının tertemiz yeni baskılarını da göndermişler. Kubbealtı Neşriyat’tan çıkan kitapların faksta yazılanlarla birleşince beni ne kadar sevindirdiğini imkan yok anlatamam. Ehl-i himmet sağolsun, varolsun!
Lakin bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Her iki kitabın başına da “Birinci Baskı” diye yazılmasının medlulünü çözemedim. Bildiğim kadarıyla her ikisi de defalarca basılmış olan kitapların kaç kere, hangi yayınevlerine ve hangi tarihlerde basıldıkları belirtilse daha yararlı olmaz mıydı? Hem böylece araştırmacılar da kitapların baskılarını takip etme ve ilaveler yapılmışsa hangi baskılardan itibaren yapıldığını öğrenme kolaylığına kavuşurlardı. Bunlardan sonra belki “Kubbealtı Neşriyat’ta birinci baskı” gibi bir ibare konulabilirdi yine. Temennim, Hoca’nın diğer kitaplarının -bu arada Demokrasi Yolunda (ilk baskısı: Yağmur Yayın Evi, 1961) ve İlmin Işığında Günün Meseleleri (ilk baskısı: Yağmur Yayın Evi, 1960) adlı önemli eserlerinin de- bu noktalar göz önünde tutularak irfanımıza kazandırılması.
Son bir not: Başgil Hoca’nın İslam’da reform konusundaki görüşlerini özetlediğim yazı büyük alakayla karşılandı. Benden bu görüşlerin tamamına nasıl ulaşacaklarını soranlar, Din ve Laiklik’in Kubbealtı Neşriyat tarafından yapılan yeni baskısına (Birinci Ek, s. 293-300) başvurabilirler. İsteme adresi: Peykhane Sk. Nu: 3, 34400 Çemberlitaş / İstanbul, Tel: (0212) 516 23 56