Bir dünya gücü olarak Osmanlılar
“Ordumuz, 1917’de trajik bir savaşın ardından terk ettiği topraklara şimdi barışı sağlamak için dönüyor. İçinde bulunduğumuz coğrafyada bu, kaçınılmaz tarihi bir görevdir… Bizim açımızdan 1917’de kapanan bir sayfa, başkaları tarafından yeniden açılıyor… Bu ordunun ne olduğunu, belki içimizdeki bazıları unutmuş olabilir. Ama emin olunuz ki, sınırın ötesindeki insanların hafızası bu konuda bizimkinden çok daha güçlüdür” (Hürriyet, 8 Ekim 2003).
Ertuğrul Özkök, Irak topraklarına asker gönderilmesi tezkeresinin Meclis’ten geçmesi üzerine Yeni-Osmanlıcı üslubun dalgalanmasına bırakmış kendisini, Irak halkının Osmanlı/Türk askerî sürekliliğini “bazı” aydınlarımızdan daha iyi bildiğini hatırlatıyor.
Irak halkının bilip bilmediği konusunda bir fikrim yok ama en azından tarihçiler, özellikle dünyadaki Osmanlı tarihçileri tarihimize bizden daha komplekssiz, daha dürüstçe ve daha objektif bir şekilde yaklaşabiliyorlar tarihimize.
Örnek mi? Sık sık verdiğim pek çok ismin yanına bugünden itibaren Palmira Brummett’i de kaydedin derim. Brummett, “Bir dünya gücü olarak Osmanlılar: Osmanlı deniz kuvvetleri hakkında bilmediklerimiz” başlıklı makalesinde (OM, 1, 2001) yaygın olan Osmanlı deniz gücünün hiçbir zaman bir dünya gücü haline gelemediği tezini çürütmeye girişiyor.
Soruyor: Bu imparatorluk doğu Akdeniz’i kontrolünde tuttu, Rodos’u fethetti, Venedik gibi asırların büyük bir deniz gücünü berhava etti, hatta Hint Okyanusu’na seferler başlattı ama Osmanlı bir dünya gücü değildi, öyle mi?
Dünya tarihçiliği Osmanlıların denizle ilgilenmesini arızî bir gelişme saymış ve İnebahtı yenilgisinden sonra bir daha Osmanlı yöneticilerinin denizle ilgilenmedikleri yazılıp çizilmiştir. Hatta Osmanlı askeri gücünün temelde bir kara gücü olduğu ve denizciliğe fazla yatırım yapılmadığı neredeyse bir dogma olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden de Osmanlıların Avrupalı “balina”ya karşı kendini savunan bir “fil” olduğu benzetmesi yapılmıştır.
Bu varsayımları şöyle sıralıyor yazar:
1. Osmanlı deniz gücü kısa ömürlüydü.
2. Osmanlı askerî gücü temelde bir kara gücüydü.
3. Osmanlı deniz gücü, tali önemdeydi.
4. Osmanlı deniz seferleri sadece cihad amaçlıydı.
5. Osmanlılar hiçbir zaman kendilerini hakiki bir deniz gücü haline getirecek teknolojileri uyarlayamadılar veya benimsemediler.
Brummett’e göre bunlar “defolu” kategorilerin eseridir ve gerçeklikten çok efsaneye hizmet ederler. Osmanlı deniz gücü hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimiz yanında devede kulak kalır. Mesela Venedik’in deniz gücü hakkında bildiklerimiz ile Osmanlıların deniz gücü hakkındaki bilgilerimizi mukayese edecek halde bile değiliz. Arada o kadar azim bir bilgi farkı vardır.
Peki işin içerisinde bu kadar bilinmeyen boyut varken Osmanlıların bir dünya gücü olmadığını nasıl bu kadar rahatça ileri sürebiliyoruz? Oysa Osmanlıların Çin’e elçi gönderdiklerinden söz ediyor Brummett. Kalküta halkının Portekizli sömürgecileri kovması için Osmanlı gemilerini nasıl özlemle beklediklerinden dem vuruyor. 1560-61’de Aden halkına, topraklarında depolanan onbinlerce tüfeğe sahip çıkmaları için para yardımı yapıldığını aktarıyor belgelerden.
Sonuçta pekala Osmanlıların bir deniz ve dünya gücü olduklarını ve bu gücün kara ordusuna zahire taşımaktan tutun da lojistik destek vermeye kadar pek çok alanda istihdam edildiğini söylüyor. Dahası, bir deniz gücünün sadece fetih amaçlı kurulamayacağını, aynı zamanda ticarî, kültürel, malî vb. çeşitli boyutlarla beraber ele alınması gerektiğini ekliyor.
Brummett daha pek çok şey söylüyor ama bu kadarı yeter. Asıl derdim başka:
Neden biz kendi tarihimize böyle “horgörü” ile bakmaya şartlanmışız? Neden ‘Biz adam olmayız’ teranesini ve yenilmiş bir medeniyetin çocukları olduğumuz dolmasını bu kadar kolay yutmuş görünüyoruz? Ve neden yenilmişlik psikozu bu kadar iliğimize kemiğimize işlemiş durumda?
Lafı şu başımızın belası olan “gerileme” söylemine getireceğim. Okul kitaplarından itibaren çocuklara Kanuni’den beri sürekli gerileyen bir tarihin mensubu olduklarını öğretirsek, bugünkü dünyada başı dik dolaşma şansları olabilir mi? “Battık, bittik” edebiyatının zararlı sonuçlarını ve meydana getirdiği aşağılık kompleksinin ulaştığı marazî boyutları görmek için Süreyya-Tomaşova yarışını nasıl algıladığımıza veya Apo yakalandığında İtalyan marka buzdolaplarına nasıl davrandığımıza bakmak yeterli olacaktır.
Tarihimizi bir beceriksizlikler ve gülünçlükler sirki olarak sunmak yerine yenme-yenilme kıskacından kurtarıp kanlı canlı insanların, tıpkı bizim gibi yaşayan varlıkların macerası olarak anlatabilirsek hafızamız kendi gücümüz ve değerimiz konusunda daha donanımlı ve hazır olacaktır.
Özkök’ün yazısında dediği gibi, sade Irak halkının değil, bizim de kendi gücümüze inanmamız ancak böylelikle mümkündür.
Do you want Search?
Random Post
Search
previous