Bu bizim hayatımız!
Bilmem siz de duydunuz mu; doğalgaz borusu döşemek için sokakları kazarken isçiler bazen bir kazma darbesinden sonra bir evin mutfağında yahut oturma odasında buluyorlarmış kendilerini. Daha şaşkınlıklarını üzerlerinden atamadan dehşet içindeki ev sahibini karşılarında görüyorlarmış. Meğer apartmanın bodrum katında ikamet etmekte olan vatandaşımız, yolun altına doğru köstebek gibi evini genişletip yer kazanıyormuş! Anlaşılan fütuhat ruhu bodrumlarda devam ediyor!
Abartılı bir istisna gibi görebilirsiniz bu örneği belki; ama bana sanki bu topraklarda yaşayan insanların genel karakterinden bir tecelli, bir yansıma gibi geldi. Yaygın bir tavır bu toplumumuzda; hatta kurallara itiraz etmeyen; ama öbür yandan da altını oyan bir tür “sivil itaatsizlik” görüyorum bu “anomik” damarımızda; bunun eskilerin deyişiyle “nev-zuhur” bir tavır olmadığını da eklemek istiyorum.
İşte size padişahın her şey, tebanın hiçbir şey olduğu masalıyla hep soğuk nazarlar fırlattığımız tarihimizden bir sivil itaatsizlik, giderek “emre itaatsizlik” örneği; hem de kime karşı: Padisah-i cihana…
Yıllardan 1693’tür. Padişah II. Ahmed, Avusturya seferine çıkılmasını ferman eylemiştir devletin dört bucağına. O günlerde Bursa’da bulunan Şeyh Niyazi-i Mısri, 200 kadar müridiyle sefere katılmak ister. Bunu bir “huruç” (padişaha isyan) olarak algılayan padişah, sefere katılmayıp dua etmesinin yeterli olacağını bildirir bir hatt-ı humayunla Niyazi’ye. Niyazi’nin verdiği cevap, bir padişaha yazılabilecek en ağır ifadeleri taşımaktadır:
“Padişahım, muhale (imkansız bir şeye) ferman vermek akıl (akıllı) işi değildir. Padişahım, ben seni esirgerim, sana bir su-i kasdim yoktur. Ancak umum üzre adleyle deyu nasihat ederiz; kabul edersen senin izzetin ziyade olur; aziz olursun. Kabul etmezsen zararı kendinize edersiniz… Elhasıl, nasihati kabul edersen tahtında sabit-kadem olursun. Ve illa muhalefetin zararı kendüye (sana) aid olur, bilürsün . Nasihatim budur.”
Dediği gibi müridlerinin başında Edirne’ye kadar gider Niyazi; ancak orada derdest edilip Limni’ye sürgüne gönderilir.
Buraya kısaltarak aldığımız mektubun hitap şekli, sert ve tehditkar tonu bir şeyhin gerektiğinde nasıl itaatsizliğin doruklarına çıkabildiğinin ve padişahın emrine muhalefet edebildiğinin parlak bir örneğini sunmaktadır.
Şüphesiz bütün şeyhler Niyazi gibi ele avuca sığmayan insanlar değildi, ne var ki onun gibi aykırı tipler Osmanlı toplumunda hiç eksik olmamıştır. Çünkü Osmanlı’da, modern anlamda toplumu bir zar gibi kuşatan ve onu olanca şeffaflığıyla avucunun içinde tutan bir mutlakçı otorite mevcut değildi. Otorite, daha çok idari yapıda hükmünü icra ediyordu. Topluma gelince, işler değişiyor, toplumun iç içe kurduğu ve derinleştirdiği labirentlerde kendisine has garip bir sivil mantık yürürlükte kalıyordu.
Geleneksel toplumun bu derinliği, bireyi bugün olduğu gibi iktidarın eline kolayca teslim etmiyor, onu birçok başka, adem-i merkezileşmiş otoritenin (tarikatların, mahalle yönetimlerinin, loncaların vs.) dinamiğine bağlıyordu. Böylece görünüşte devlete, padişaha, kanunlara yaygın bir itaat söylemi üretilirken, tatbikatta, belki her zaman Niyazi-i Mısri örneğinde olduğu kadar sert degil; ancak sürekli bir biçimde kanunlardaki boşluklardan, otoritelerin gevşekliğinden, denetimlerin muğlaklığından yararlanma yoluna gidilmekte; bu da Batılı anlamda “otoritelerin içimize tahtını kurması” olarak özetlenebilecek “sivil itaat”in kamil manada tecellisine yolu kapatmaktadır.
Trafik kazalarının bir türlü önünün alınamamasından gecekonduların şehirleri birkaç yılda kuşatmasına, en büyük şehirlerimizin en büyük kaçakçılık ve kanunsuzluk merkezleri olmasından vergi vermeyi bir türlü içimize sindiremeyişimize kadar yığınla çarpık olgu duruyor önümüzde. Kendimizi ifşa edersek başımıza geleceklerden duyduğumuz korku da var işin içinde tabii. Ancak daha temelde, “anomik damarımız”ın otoriteyi oyalama taktiği yatıyor.
Bu, bir avantaj olduğu kadar bir dezavantajdır da. Ne yapalım ki bizim hayatımız bu!