Çanakkale’de Almanlara karşı savaşıyor da olabilirdik
18 Mart’ta İngilizlerin “Ocean”, Fransızların “Bouvet” zırhlılarını nasıl batırdığımızı anlatıyoruz ya, eğer bazı şartlar yerine gelseydi, “emperyalist” Almanların “Goeben” adlı ‘hayasız’ gemisini Çanakkale’nin sularına gömdüğümüzü iftiharla söyleyecektik bugün.
Hayır, bunlar öyle hayal ürünü şeyler değil, 1914 şartlarında gerçekleşmesi an meselesi olan en kuvvetli ihtimallerden biriydi. Velhasıl 1914’te Almanlarla ittifakımız kaçınılmaz değildi, tam tersi de pekala mümkündü.
Bazen tarih üzerinde bu tür düşünme kanalları, menfezler açmakta yarar var. Bunlar, gerçekleşmiş olanın gerçekleşmek zorunda olan tek seçenek olduğu gibi bir yanılgıyı düzeltme imkânını vereceği için değerlidir.
Nitekim 2001 yılında ölen İngiliz Feldmareşal Lord Carver (aynı zamanda bir 1. Dünya Savaşı uzmanıdır), bize o çok inandığımız ‘kaçınılmazlık’ fikrinin (kader değil) ne kadar zayıf temellere oturtulduğunu öbür taraf açısından şöyle dile getirmişti: “İngiltere ve müttefikleri, kaçınılmaz olarak Almanya ve Türkiye ile savaşa girmek zorunda değillerdi.”
Haklı olarak soruyorsunuzdur şimdi:
Biz zorunda değildik, onlar değildi, iyi de, neden böyle bir tablo çıktı karşımıza?
Feldmareşal Carver’ın bazı ilginç tespitleri üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Mesela hezimetle biten Balkan savaşlarından sonra İttihatçı liderlerin eğilimlerini şöyle sıralıyor bize:
Talat Paşa Rusya’ya eğilimliydi, Cemal Paşa Fransa’ya, Enver Paşa Almanya’ya, Maliyeci Cavid Bey ise İngiltere’ye. Nitekim Winston Churchill 1911’de bahriye nazırı iken, maliye bakanı olan Cavid Bey kendisine İngiltere’yle Osmanlı arasında daimi (permanent) bir anlaşma teklifinde bulunmuştu. Ancak Dışişleri Bakanı Edward Grey buna karşı çıkmış ve Türklere güvenilemeyeceğini hatırlatmıştı. İngilizler teklifimizi kabul etmiş olsaydı, 1913’te Liman von Sanders yerine, diyelim, İngiliz Generali Sir Allenby, ekibiyle İstanbul’a gelip ordumuzu Almanlara karşı yeniden organize etme işine başlayacaktı.
Burada da kalmadı, 1914 yılında bile ittifak arayışlarımız devam etti. 22 Temmuz’da Enver Paşa Alman Büyükelçisi Wangenheim’a ittifak teklif ettiğinde aldığı cevap şaşırtıcıydı: Hayır. Tam ipler kopacakken bir şeyler oldu ve 2 gün sonra Kayzer II. Wilhelm, Genelkurmay’a Türklerin teklifinin yeniden düşünülmesini emretti. 28’inde ise Enver, Talat ve Başbakan Said Halim Paşalar, Cemal Paşa ile Cavid Bey’in haberi olmaksızın Almanya ile gizli bir savunma anlaşması üzerinde anlaştılar. Buna göre Türkiye, Almanya’nın Avusturya’yla yaptığı anlaşma gereği savaşa zorlanmadıkça tarafsız kalacağını taahhüt ediyor, buna mukabil Almanya da tehdit altında kaldığı takdirde Türkiye’nin savunmasını üstleniyordu. Ancak 1 Ağustos’ta imzalanan anlaşmada Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında savaşa girecektir diye bir madde yoktu. Ertesi günü seferberlik ilan eden Osmanlı Devleti tarafsızlığını koruyacağını bildirmeyi ihmal etmiyordu.
İstanbul surlarından Çanakkale cephesine uğurlanan Mehmetçikler.
2 Ağustos’ta “Yavuz” ve “Midilli” adlarını alacak olan “Goeben” ve Breslau” adlı savaş gemileri, İngiliz donanmasının önünden kaçarak Çanakkale Boğazı’ndan içeri alındılar. İngilizler gemilerin ya kendilerine teslimini ya da serbest bırakılmasını istediler. Gemileri 50 milyon marka satın aldığımızı bildirdik. (Düşünün, bu tarihte bile henüz savaşa girmiş değiliz.) İtilaf devletleriyle pazarlık gücümüz artmış olmalı ki, nihayet 22 Ağustos günü İngiltere, Fransa ve Rusya kaçırılmayacak bir teklifte bulundular. Gemilerin Alman mürettebatının çıkıp gitmelerine izin verilir ve Boğaz yeniden ticaret gemilerinin geçişine açılırsa Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü garanti ediyorlardı. Teklifleri reddedilirse gemilerin düşman gemileri sayılacağını ve görüldüğü yerde vurulacağını bildirdiler.
Bu cazip tekliflerine Osmanlı tarafından hiçbir cevap verilmedi, belli ki hâlâ Almanların yanında savaşa girme konusunda tereddütlüydüler. 27 Eylül’de donanmamızda çalışan İngiliz subayları ülkeyi terk ettiler. Bu, bir tehditti. İttihatçı ekip bu tarihte bile Almanların yanında savaşa girip girmemekte kararsızdı. Almanlar sıkıştırıyor, Enver bir türlü karar veremiyordu. Zira arkadaşları tarafsız kalmakta ısrarlıydılar.
Almanlar bakın diyorlardı, Fransa’ya girdik gireceğiz, Rusya’yı perişan ettik, hem bize katılırsanız zafer kazanıldığında Balkan savaşlarında kaybettiğiniz toprakları da geri alabilirsiniz.
Böylece İttihatçı ekip Osmanlı’yı yeniden şevketli günlerine taşıyabileceği rüyasına dalacak, 10 Ekim’de Enver Paşa, arkadaşlarını, eğer Almanya 2 milyon altın lira öderse savaşa katılmaya razı edecekti. Para 12-17 Ekim tarihlerinde ödendi. Yine de Talat Paşa ve Meclis Başkanı Hail (Menteşe) Bey ‘parayı alalım ama tarafsızlığımızı koruyalım’ derdindeydiler. Ne var ki, Enver Paşa bir kez Osmanlı’yı kurtaracağına inanmıştı. Bu defa arkadaşlarına bile danışmadan Wangenheim ve Yavuz’un kaptanı Amiraly Souchon’la görüşerek Karadeniz’de Rus gemilerine ve limanlarına saldırma kararını aldı. 27 Ekim’de Rus limanları bombalandı. Üç gün sonra da İngiliz, Fransız ve Rus büyükelçileri ülkeyi terk ettiler, Türkiye 31 Ekim’de savaş ilan etti. Rusya 4 Kasım’da, ertesi gün de İngiltere ve Fransa bize savaş ilan ettiler.
Ve Çanakkale’de ilk bombardıman tam da bu günlerde başlayacak ve Osmanlı Devleti 4 yıl sürecek kanlı bir savaşın ortasına balıklama atlayacaktı. Çıktığında tanınmayacak bir haldeydi. Winston Churchill not defterine şunları yazacaktı:
“Türkiye, bu sırada İngilizlerin kanaatince tarihte hiçbir devlete yapılmamış güzellikte bir teklif aldı. Sadece tarafsız kalması şartıyla tüm topraklarının bütünlüğü garanti ediliyordu. (…) Müttefikler şimdiye kadar bu derece zayıf ve tehlikede olan bir devlete bundan daha adil bir teklifin yapılmamış olduğu fikrindeydiler.”
Eğer tarafsız kalabilseydik Çanakkale direnişi belki birkaç yıl ertelenecek, daha önemlisi, belki de bu sırada Mehmetçik, tabyalardan Alman gemilerine gülle yağdırıyor olacaktı.
Şair ne doğru demiş:
Fırsant ki hevâ-yı tiz-perdir,
Ermek ona bir dahi hünerdir.
21 Mart 2010, Pazar