Cinsellik ve ölüm
Çağların mizaçları olduğuna inanır mısınız? Onların insanın bazı hasletlerini sonuna kadar temeyyüz etmesine izin verirken diğer bazılarını nasıl örtbas ettiğini gözlerken gizlediğini siz de gözlemlediniz mi?
Her çağın bastırdığı veya yücelttiği değerleri birbirine zıt olabildiğine göre, bir çağda tabu olan, üzeri bin bir örtü ile sarmalanan ve gözlerden ırak tutulan bir hadise, bir diğerinde gündelik hayatın tabii bir parçası, yemek içmek kadar olağan -hatta bayağı- bir konuma itilebilir. Ama bu kez bir başka serbest değer tabulaştırılır ister istemez.
Tabusuz toplum yoktur, çünkü toplumlar değere bağımlı örgütlenmelerdir. Geleneksel toplumdan modern topluma, ilkel toplumdan postmodern topluma insanın dünyasındaki bazı yönler yükselişe geçerken diğerleri, alçalır, batar, biter…
Cinsellik ve ölüm de iki çağın iki büyük tabusudur.
19. yüzyıl ve öncesinde; Batı ülkelerinde tabu olan cinsellikti. Cinsellik çok sıkı bir kontrol altındaydı ve ondan söz etmek neredeyse günah mesabesinde bir sosyal suçtu. Hakkında konuşulmayan, özel alana hapsedilen ve gözlerden ırak tutulmaya çalışılan bir tabuydu cinsellik. Sürekli şeytanla, ‘asli günah’la ve dünyanın murdarlığıyla eşanlamlı görülmüş ve hayatın dışına itilmiştir.
Buna mukabil ölüm, din felsefecisi John Hick’in deyişiyle “toplumsal bir olaydı”. “Değişen Ölüm Sosyolojisi” adlı makalesinde Hick, Batı resminde ölüm ânını tasvir eden resimlerin istisnasız ‘kalabalık’ oluşuna dikkat çeker: “Sahnede sadece din adamı ve doktor değil, aynı zamanda dostlar, komşular hatta (yoldan) gelip geçenler bile bulunmaktadır.” Yapayalnız veya yakınlarından sadece bir-iki kişinin yanında ölmek yerine insanlar, parçası olduğu topluluğun ortak inanç ve beklentileriyle de desteklenerek toplum içinde ölürdü.” Ölüme, bir tür başka bir diyara göç eder gibi hazırlanılırdı. Ölmek bir sanattı. Vakti saati geldiğini anlayan kişi, düşmanlarını bağışlar, günahlarını affettirme, miras ve diğer dünyalık işlerini geride kalacaklara adil bir şekilde paylaştırma, çoluk çocuğuyla vedalaşma ve kendisini ölüm meleğinin ellerine hulus-i kalble teslim etme gibi bir süreçten geçerek ölürdü. Bu sürecin tamamının toplumsal bir etkinlik olduğu açıktır.
Oysa çağımızda, ortaçağda tabu ilan edilen cinsellik olağanlaştırılmış, sıradanlaştırılmış ve hemen her yerde karşımıza çıkan, konuşulan, özel alandan kamusal alanın bütününe sirayet eden bir özellik kazanırkan, ortaçağda aynı konumu işgal eden ölüm, cinselliğin yerini almıştır toplumsal denklemde. Artık cinsellikten değil, ölümden söz etmek yasaktır. İnsanlar toplum içinde ölmektedirler. “Ölüm döşeği” evlerden hastanelerin kapalı kapılarının ardına taşınmıştır çünkü. Ne hasta son anlarını bilinçle yaşayabilmektedir, ne de yakınları; yüksek dağlarda sakinleştiricilerle uyuşturulmuş biçimde sözde ölümün soğuk yüzünden uzaklaştırılmakta, fakat ölüm daha da soğutulmaktadır. Hick’in deyişiyle, “… ölüm, herkesin mecburen katıldığı bir olay olmaktan çıkarak doktor, cenaze işleri yöneticisi ve din adamının katıldığı bir iş durumuna gelmiştir.”
Ölüm, tıpkı ortaçağda cinselliğin örtüler ve kapalı kapılar ardına saklanması gibi, toplumdan tecrit edilmekte, ne ölen, ne de yakınları ölümün ruhî ve vicdanî sürecine dahil olamamaktadır. Morgda birkaç gün bekleyen ölü, hastanenin arka kapısından göze görünmeden çıkartılmakta ve gizlice, bir cerrahi işlem yapar gibi gömülmektedir.
Sözün gelişi “gömülmektedir” dedim, çünkü Batılılar artık gömülmek de istemiyorlar! Ya dondurulmasını istiyorlar, cesetlerinin ya da yakılmasını.
Modern tabunun ulaştığı nokta gerçekten dehşet vericidir.
12 Ağustos 1997, Salı