Demokrasiden kim korkar?
Zannedilir ki demokrasi Batı’da altın bir tepside ihsan edilmiştir insanlara. Zannedilir ki genel oy hakkı, yani bütün vatandaşların seçmen statüsünde oyunu serbestçe kullanabilmesi hakkı Avrupa’da Rönesans ve Aydınlanma’yla birlikte başlamış ve bugüne kadar kesintisiz biçimde sürüp gitmiştir. Yine zannedilir ki demokrasi, taraflar arasında başlangıçta varılan bir uzlaşma ve sözleşmeden sonra yerleşmiş bulunmaktadır Batı’da.
Ne var ki olgular doğrulamıyor bu yaygın kanaatleri. Avrupa’da demokrasi, aristokrasinin burjuvaziye, burjuvazinin işçilere, Katoliklerin Protestanlara vs. uyguladıkları ölümcül dayatmaların, kitlesel kıyımların, kanlı devrimlerin, diktatörlüklerin, isyanların sosyal hayatın çeperlerini çatlatacak raddeye varmasıyla kazanılmış hakların yekun hattı olarak çıkar karşımıza.
Bugün Batı’ya mahsus ‘medeni’ gelişmeler olarak zikrettiğimiz insan hakları, laiklik, seçimler, sıradan halka oy hakkı tanınması, sendikal haklar.. halka bir gecede bağışlanmış ‘fantastik haklar’ değildir. Mesela ‘genel oy hakkı’ İngiltere ve Fransa gibi demokrasinin beşiği kabul edilen ülkelerde çok yoğun tepkilerle karşılanmıştır. Ünlü Fransız romancısı Flaubert’in, 1850’de III. Napolyon tarafından zamanında kabul edilen genel oy hakkına “insan ruhunun utancı” diyerek karşı çıktığını, halkın daima aptal, beceriksiz ve çocuksu olduğunu bu görüşüne delil olarak zikrettiğini biliyor muyuz? Bu tavrın altında şuursuz kalabalıkların oylarıyla iktidarı ele geçirdiklerinde ülkeyi beceriksizlik ve aptallıklarıyla felaketten felakete sürükleyeceği ve halen sahip olunan hakların da gerisine düşüleceği korkusu yatmaktadır.
Flaubert bir örnek sadece. Ya diğerleri?
1832’de İngiliz Parlamentosu bir reform tasarısını gündeme getirir. O zamana kadar sadece şehirde oturan iki yüz elli bin İngiliz, yani seçmen yaşındaki yetişkin erkeklerin sadece beşte biri oy kulanabiliyordu. Yeni tasarıyla oy kullanma hakkı epeyce genişletilmişti! Yılda en az 10 sterlin vergi ödeyen şehirli yetişkin erkeklere seçmen olma hakkı tanınıyordu. Yer yerinden oynamıştı bu tasarı verildiğinde. Bu hüküm bile yetişkin erkek nüfusun yüzde 90’ından fazlasını demokrasiye katılmaktan men ediyordu; ancak “ilk kez sınai, ticari ve profesyonel üst sınıflara oy kullanma hakkı tanınmış oluyor”, burjuvazinin, yani girişimci sınıfın önü açılmış bulunuyordu. Bu kadarcık bir hak tanınması bile zorlukla geçebilmişti Avam Kamarası’ndan. Ya bu ‘barbar’, ne yapacağı belli olmayan ‘aptallar gürûhu’ tahmin edilenin ötesinde kalabalık çıkıp da iktidara ortak olmaya başlarsa! Bu sürecin nerede duracağı sonra hiç belli olmazdı.
Bundan tam 35 yıl sonra, yani 1867’de ikinci reform tasarısı geçer parlamentodan. Nihayet orta sınıf, hatta işçi ve yoksullar da oy kullanabilecektir. Ancak ufak bir şartla: Bir şehirde en az bir yıldır oturmak. Yine aile reislerini kapsıyordu bu hak (kadınlar yine yoktur) ve kırsal kesimlere kapalıdır kapılar sımsıkı. Bu şartın demokrasiye karşı bir siper olacağını savunanlar olduğu gibi bu kapsam genişletmesinin ülkeyi “karanlıklara savuracağı” kehanetinde bulunanlar da çıkmıştı. Yoksul ve işçilere oy hakkı tanınmasının aristokratlar ve artık onlarla işbirliğine giren burjuvalar için bir tehdit teşkil edeceğini iddia edenler de vardı. İktidar, mülkiyetin ve zekanın elinden alınıp ömrü yavan ekmek mücadelesiyle geçen bir kitlenin arzularına teslim edilirse büyük fedakarlıklarla elde edilen medeniyetin yıkılacağını feveranla ilan eden milletvekilleri bile eksik olmamıştı. Hatta Yoksulluk Yasası’nın yoksulları tembelliğe alıştıracağı, kaza tazminatlarının işçilerin birbirlerini sakatlanmasına yol açacağı (!) bile ileri sürülmüştür.
Bunları niye anlattığımızı anlayanlar anlamıştır. Bir soru ile bitirelim isterseniz: Bu örnekler size Türkiye’de demokrasiden korkanların gerekçelerinden herhangi birisini hatırlatıyor mu?