Dilin mantığı
Her dil, kendi mantığını örer, kendi mantığını kurar. Ve her dilin mantığı, gücünü dilin kökündeki inanılmaz bir güce sahip yaşama iradesinden alır.
Alfabesi değişse de, yabancı dillerin zaman zaman “boyunduruğuna girse” de, eğer kökündeki irade yeterince güçlüyse, mutlaka ayakta kalmanın, hatta serpilip gelişmenin bir yolunu bulacaktır.
Sevgili “refikımız” İskender Pala, yine bu sütunlarda okuyucusuyla tatlı tatlı dil sohbetleri yapıyor, basında dil hataları üzerinde duran yazıları merakla okunuyor. Köşesinin okurları arasında bulunduğum sevgili Pala’nın özellikle Osmanlıca bazı kelimelerin bugünkü yazılışları açısından getirdiği eleştirilere büyük çoğunluğu itibariyle aynen katılıyorum. Bunlar belki ikimizin de Türkoloji eğitimi almış olmamızdan kaynaklanan ortak paydalar…
Fakat afv-ı şahaneye mağruren ufak bir itirazım var dilin mantığı ile ilgili. Şöyle:
Sayın Pala; tevzi, cami, mısra, tevazu gibi sonu eski harflerimizden ayın ile biten kelimelerin ek alması halinde tevzii, camiin veya camie, mısraına, tevazuu şeklinde yazılmasında ısrarlı. Bu kelimelerin tevzisi, caminin, camiye, mısrasına, tevazusu tarzında yazılmasının yanlış olacağını beyan ediyor ki, haklı. İyi de neye itiraz ediyorum öyleyse?
İtirazım bu imla tarzının Arapçaya göre doğru, fakat Türkçe, yani şu günlük hayatta konuştuğumuz, okuduğumuz, yazdığımız dil açısından doğruluğunun tartışmalı olduğu noktasında toplanıyor. Dil veya edebiyat yahut tarih ile ilgili bir eserin transkripsiyonunu yaparken yanlış anlamalara mahal vermemek için bu tarzda yazmanın gereği gün gibi açık. Ancak köşe yazarları “mısrası” ya da “camisi” dediğinde neden yanlış olsun ki? Sonuçta “Türkçeleşmiş Türkçe” değil mi bunlar?
Bende “Süleymaniye Camii” diyorum sanat tarihi literatüründe bir kalıp olarak benimsenmiş olduğu için. Fakat bir adres tarif ederken “falanca caminin yanındaki ev” demekte bir sakınca görmüyorum. Görmüyorum çünkü dilin mantığı oradaki ayın”ı eskilerin deyimiyle “hazfediyor.”
Bu “tahrifat”ı dil, yalnız Arapça kelimelere değil, Batı dillerinden gelen kelimelere de yapıyor bilinçli olarak.
Misal mi? “Sübvanse etmek” diye yaygınlaşan bir fiili hemen her gün kullanıyoruz. Bir gün de “Yahu bunu kullanıyoruz; ama aslı faslı nedir?” diye merak edenimiz, lügatlere sarılanımız oldu mu? Pek zannetmiyorum. Aslını merak edip sözlüğe baktığımızda böyle bir kelimenin Fransızcada bulunmadığını görüyoruz. Ne var öyleyse? Sübvansiyone (Subventionner) kelimesi var. Demek ki Türkçe, sübvanse kelimesini icad etmiştir.
Bir başka örnek “terkib etmek” anlamında kullandığımız “sentez etmek”. Sentez, ismini alıp isimden fiil yapma mekanizmasını harekete geçiren Türkçe, Fransızca aslına bakmadan kendine göre bir kelime daha üretiyor. Oysa Fransızlar bizim “sentez etmek” anlamında kullandığımız kelimeye “sentetize” diyorlar (synthetiser). Üstelik sentetize kullanılmıyor; ama sentetik kelimesi de dilimize girmiş durumda.
Tuhaf değil mi? Dil nasıl da mantığını yürütüyor.
Şimdi Hakkı Devrim kalkıp sentez etmek yahut sentezini yapmak diyenlerin; sübvanse eden veya ettirenlerin hata ettiklerini söylerse ne diyeceğiz?
Dilin kökündeki üretici kökün hâlâ hayatiyetini sürdürdüğünü söyleyeceğim. Nasıl Arapça ve Farsça kelimeleri kendi hançere ve kurallarına uydurmayı başarmışsa dilimiz, Fransızca, İngilizce vs. dillerden gelen kelimelere de aynı irade ile karşı koyabilir ancak.
10 Ekim 1997, Cuma