Dini tartışmak
Geçenlerde yazdığım bir yazıdaki cümle, okuyucumun dikkatinden kaçmamış. “Din tartışılmaz” demiştim o yazıda. Haklı olarak soruyor: Din neden tartışılmasın? Hemen açıklamalıyım ki, orada bahse konu olan din, doğrudan dinin özü olan “inanma”, iman ile ilgiliydi. Yani bir insanın imanını başkaları tartışamaz, demek istemiştim. Ama tabii ki “iman meselesi” tartışılabilir, hatta Mehmet Aydın Hoca’nın dediği gibi dünyada din ve iman kadar tartışılan ikinci bir dava gösterilemez.
Türkiye’nin bugün -son olayları da işin içine katarak- geldiği noktadaki sorunlarının, konuşamamaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Konuşamamak, tartışamamak, devletin de, fertlerin de içindekini olduğu gibi kelimelere dökememesi yani. Bir bakıma hafızası kazınmış, dili unutmuş, kekeleyerek konuşan ve tartışan bir toplum halindeyiz bugün.
Mesela şu her gün ayrı bir terane ile gündeme oturtulan irtica-gericilik konusunu eteğimizdekini olduğu gibi yere dökerek tartışabildik mi yakınlara kadar? Dini konuların konuşulmasının bile insanların başına iş açabildiği dönemlerden geçildi. İyi mi oldu, kötü mü? Bunun zihinlerimizde ve ruh dünyamızda doğurduğu anarşiyi görmek için yarım asra bile gerek kalmadı.
Osmanlı dünyasında 1850-1860’larda başlayan büyük modernleşme tartışmaları Namık Kemal’ler, Ziya Paşa’lar, Ali Suavi’lerden geçerek II. Meşrutiyet’e ulaşmıştı. II. Meşrutiyet, pek çok bakımdan Osmanlı aydınlarının gür bir sesle tartışmaya başladıkları çok özel bir dönemdir ve maalesef İttihadçıların tam adıyla söylersek “gangsterliğe başlamaları” yüzünden akamete uğramıştır. Ama, tekrar ediyorum, konuşan Türkiye’nin sesini bileylediği emsal niteliğinde bir zaman dilimidir Meşrutiyet devri.
Türkiye o zamanki gibi, görüş farklılıklarının bir arada yaşadığı ve beraberce ifade bulduğu çoğulculuk dönemini bir daha zor yakalayacaktır. Bediüzzaman Said Nursi’den Abdullah Cevdet’e, Kürt Teali Cemiyeti’nden Prens Sabahattin’in liberal fikirlerine kadar yığınla düşünce çarpışmış, bugün bile tartışmaya cür’et edilemeyen meseleler masaya yatırılmış ve Türkiye büyük bir fikir laboratuvarı haline gelmiştir.
Bu tartışmaların kalitesi elbette hep yüksek olmamıştır, kabul; ancak en azından konuşulabilir bir ortamın oluşmuş olması bile büyük bir kazançtır. Cumhuriyet döneminde yapılan birçok “inkılab”ın ön fikirleri, hatta bazen daha da ilerisi o dönemde tartışılmıştır. Bu yüzden sosyal bilimciler arasında “Atatürk inkılapları arasında hiçbiri yoktur ki Meşrutiyet döneminde tartışılmış olmasın.” şeklinde bir darbımesel bile vardır. Yani Cumhuriyet’i teşkil eden fikirler, Meşrutiyet laboratuvarında kotarılmıştır.
Sonra ne mi oldu? Önce İttihadçılar kendilerini iktidara getiren bu tartışma ve konuşma sürecini askıya aldılar, sonra da savaş ve işgal yılları yüzünden bu ortam müesseseleşemedi bir türlü. Kesintilere uğradı, aksadı ve nihayet Takrir-i Sükun’dan sonra farklı bütün sesler susturuldu. (Arif Oruç, Yarın’ını yanına alarak Bulgaristan’a kaçtı, Bediüzzaman sürgünlerde ufkunu sırtında taşıyan adam oldu…)
Bu süreçte Osmanlı medeniyetinin hülasası olan İstanbul’da asırlar boyu birikmiş olan bilgi ve fikir enerjisi, kurutuldu. Bir zamanlar Oryantalistlerin Arapça ve Farsça öğrenmeye geldikleri bu şehirdeki üstadlar, üniversite reformuyla köşelerine çekilmeye mecbur edildi. Fikir ve ilim muhitleri, din tartışmalarından dışlandı. Arif Oruç’un deyişiyle Lutherciliğe soyunulmuştu; ama Luther yoktu ortada. Luther’i olmayan bir Lutherci reformdu yapılan.
Dini meseleler tartışılmayınca, öğretilmeyince, sorular sorulup cevaplar verilemeyince, meseleler biriktikçe birikti; tam bir kördüğüm oluştu. İşlemeyen dini gelenekler hantallaştı, çözüldü ve çeyrek asır sonunda eski üstadların ölümüyle eriyip gitti. Bu büyük geleneğin son ışıltılarını rahmetli Süheyl Ünver’in bibliyografyasından seçebiliyoruz.
Bugün hala birtakım hocalara muska yazdırmaya koşuyorsa insanlar, ne olduğu belli olmayan birtakım tarikatların ardına düşüyorlarsa, “din adına” insanları terör örgütüne sokabiliyor ve cinayet makineleri kurabiliyorsa, bilelim ki, bunların altında dinin konuşulup tartışılmadığı bir “unutma/unutturma” dönemi yatmaktadır.
Türkiye gerçekte 1980’lerden itibaren dini meseleleri yeniden tartışmaya ve konuşmaya başlamıştır. Uzun bir suskunluk döneminden sonra konuşmaya başladığı için de bazı dil sürçmeleri, hatalı anlamalar olmaktadır; bu da normaldir. Fakat “dini otorite” fikrinin zihinlere yeniden yerleşmesi, dinle ilgili konularda bir bilene danışılması geleneğinin dirilmekte oluşu, bence daha da önemli bir kazançtır. Bununla birlikte aydınlar düzeyinde din hakkındaki bilgimizin 20. yüzyılın başındaki kalite ve seviyesinden epeyce uzak olduğunu söylemek de bir hakşinaslık olacaktır.
Türkiye’yi yeniden konuşmayan, tartışmayan bir ülke haline getirmek isteyenler en büyük kötülüğü Türkiye’ye etmektedirler.