Kemal Tahir ve Osmanlı talanı
Öteden beri Türkiye’de ‘sol’un Osmanlı tarihiyle ilgili yorumlarında bir samimiyetsizlik sezmişimdir. Önceleri sezgi düzeyinde ortaya çıkan bu şüphem, sahih kaynaklara ulaştıkça pekişti bende.
Mesela solun en ciddi teorisyenlerinden Doğan Avcıoğlu’nun Baasçı tarih yorumu; mesela, aslında cüretkârlığı ve sol içinde bazı gerçekleri ilk kez dile getirmesiyle takdir ettiğim ama görüşlerinin çoğunun naif ve altı boş olduğunu düşündüğüm İdris Küçükömer; mesela dürüst kişiliğine sempati duyduğum ama -ömrünün son yılları hariç- “Osmanlı” hakkındaki değerlendirmelerine kendimi çok uzak hissettiğim Kemal Tahir.
Gerçi Kemal Tahir, gerçeği farklı tanımlamıştır. Ona göre gerçek bir kere elde edilince ebediyyen sahiplenilen bir şey değildir; elde edildikten sonra da yeniden ve yeniden aranması gereken bir tür “ufkun ardındaki ufuk”tur. Gerçeği sürekli aramak ve onu elde edebilmek için türlü yollar bulmak zorundayızdır.
Bu son derece olumlu bir başlangıç noktasıdır tarihte. Kemal Tahir, köklü bir “kırılma noktası” olarak gördüğüm “Devlet Ana” adlı romanının yayınlanış tarihi olan 1968’e doğru Osmanlı tarihi hakkındaki görüşlerinin bir kısmını gözden geçirmeye ve değiştirmeye yönelmiştir. Ancak Osmanlı Devleti’nin bir Doğu Devleti olduğu ve kendisinin “soyguncu” dediği Batı devlet biçiminden tamamiyle ayrı bir yere yerleştirilmesi gerektiği yolundaki düşüncelerine “Devlet Ana” ve sonrasında da sadık kalmıştır. (Yeri gelmişken Doğu ve Batı arasına bu kadar su sızdırmaz bir duvar çekme operasyonunun o çok eleştirdiğimiz Oryantalizmin sonuçlarından birisi olduğunu söyleyen Homi Bhabha’nın kulaklarını çınlatalım!)
Demek ki bir yazarı, sadece bir yerde veya bir döneminde söyledikleriyle değerlendirmek yerine, “heyet-i umumiyesi”ni göz önüne alarak ve geçirdiği fikrî tekâmülü adım adım takip ederek nihaî yargıya varmak gerekir.
Nitekim Kemal Tahir’in 1969’lara kadar hemen her fırsatta Osmanlı Devleti’ni bir “talan devleti” olarak gördüğüne şahit oluruz. Bağlam Yayınları’ndan “Osmanlılık/Bizans” adıyla çıkan notlarında (s. 30), Osmanlılığın, ölümüne kadar sürdürdüğü biricik üretim sisteminin “talan” olduğunu söylemiş ve şöyle devam etmiştir: “Gücümüz yettikçe dışarıyı talan etmişiz, buna güç yetiremez olunca iç talanla geçinmeğe çabalamışız.”
Bir başka yerde (s. 126) bu görüşünü tekrarlar: “Osmanlılığın tanıyıp kavradığı, sonuna kadar dışta ve içte aralıksız sürdürdüğü biricik iktisadî düzen, talan düzenidir. Talan düzeninden başka iktisadi münasebete aklı ermeyen Osmanlılık…”
Yalnız Osmanlıların talancılığına mı takmıştır Kemal Tahir? Keşke öyle olsa! Ona göre Osmanlı tarihi, insan değerini daima çamurda tutan insan sefaletiyle doludur (s. 31). Mithat Paşa’ya gelinceye kadar sahici bir tek idealist, Mustafa Kemal Paşa’ya gelinceye kadar da işe yarar bir gerçekçi yetiştirmemiştir Osmanlılık “Osmanlı çarşısı gibi, Osmanlı medresesi, Osmanlı Güzel Sanatları da hiçbir orijinalite taşımaz.” Osmanlıda hayat, köksüz ve sahtedir. Osmanlı sanatı içi boş kalıpların, Osmanlı düşüncesi, gerçekten kaçan, işe yaramaz fikirlerin toplamından ibarettir (s. 54). Osmanlı aydınının insan sevgisi namussuz bir sevgidir (s. 129). Kanuni “dünyanın en rezil herifi”dir (s. 255) vs.
Bugünkü Kemal Tahir resmiyle uyuşması pek mümkün görünmeyen bu görüşleri onun “gerçek” görüşleri olarak mı değerlendirmek lazım yoksa gerçeği arayışı sırasındaki geçici uğrakları olarak mı?
Dedik ya, gerçeklik, onun gözünde, bir kere ele geçirildi mi, sonuna kadar avucumuzda kalacak bir mücevher değildir. 1968’lerde yazılmış bir notunda, “aydın namusu” uyanır ve Osmanlı’nın temel ekonomik düzenini “talan”a bağlayanları, bu arada kendisini de sıkı bir eleştiriye tabi tutar.
Ekonomisi talana dayalı bir devlet, 650 yıl yaşayabilir miydi? Osmanlı Devleti’nin uzun ömrü, bu imparatorluğun sadece talana dayanamayacağını, talana dayanan bir topluluğun, talan verimli de, verimsiz de olsa, kısa zamanda dağılacağını söyler Kemal Tahir. Kendisini yanıltanın Engels olduğunu itiraf eder (s. 312). Daha sonraları ise bu konudaki görüşleri iyice netleşir ve Osmanlı ekonomisinin talana dayandığı iddiasının “rezil bir iftira” olduğunu haykırır (s. 411).
20 Temmuz 1972 tarihli, ölümünden 9 ay önce yazdığı bir notta ise düşüncelerinin ulaştığı olgunluk düzeyi bütün açıklığıyla görünmektedir:
“Osmanlı’da araştırılması, akıl erdirilmesi, geleceğe doğru işe yarar hale getirilmesi gereken, Osmanlılığın belli bir tarih döneminde, belli bir coğrafya alanında, insanlığa onur veren, insanlığı yücelten ölümsüz yanıdır. Bu yan, hiçbir cellat çetesi, haydut sürüsü tarafından, en namussuz düşman pususunda öldürülemez. Yaşamaktadır, gelişerek yaşayacaktır… Biz, tarihin bize verdiği bu onurlu üstünlüğü bugün de taşıyoruz, farkına varalım varmayalım, geliştiriyoruz. Yerli yabancı düşmanların önlemek istedikleri mesele işte budur (s. 495).
Kemal Tahir’i 40 yıldır aynı yaveleri tekrarlayanlardan ayıran, işte budur! O, sürekli arayan ve düşünen, bazan yanlış, bazan doğru, ulaştığı sonuçları, okuyucusunu şaşırtsa da onunla paylaşmaktan çekinmeyen bir yazardı. Osmanlı tarihiyle ilgili tezlerinin çoğuna katılmasam da onun arayış içindeki aydın duruşuna saygı duymama engel olmuyor bunlar.
Geriye Kemal Tahir’in iyi niyetli Oryantalizmi meselesi kalıyor. Onu da bir başka sefere yazarım inşallah.
Kemal Tahir’den Edward Said’e Doğu- Batı aldatmacası
Kemal Tahir, mevcut tarihlerin anlattıklarından tatmin olmuyor, hakikatin başka yerlerde olduğunu düşünerek sürekli arıyordu. Bir sanatçı sezgisiyle arıyordu; ama has bir tarihçi veya hasbî bir kültür adamı gibi değil. Bu yüzden de tarihin seslerini duymaya değil, onları temsil etmeye, onlar adına konuşmaya çalışıyordu.
Geçen hafta sözünü ettiğim “iyi niyetli Oryantalizmi” de bu temsil gayretinden neşet ediyor. Bazı dostlarım şaşırmışlar: Kemal Tahir ve Oryantalizm, öyle mi? Bunlar kadar birbirine uzak iki şey düşünülebilir miymiş? Batı karşısında onun kadar susta duran ve “Batılı”ya “insan eti yiyen kravatlı yamyam” diyen birisi nasıl olur da, Edward Said’in deyişiyle Batı’nın Doğu hakkında ürettiği “bilgi” ve “fantezi” stratejisi olan Oryantalizm’le suçlanabilirmiş?
Homi Bhabha’nın da kulaklarını çınlatmıştım geçen hafta. Sömürgecilik-sonrası (post-colonialism) tartışmalarında öne çıkan isimlerden Bhabha, Oryantalizm’i hem bir kültür hem de bir siyasî manipülasyon aracı olarak gören Said’in Doğu-Batı ayrımına ilginç eleştiriler yöneltir. Said, Oryantalizm aracılığıyla Batı’nın Doğu’yu kurduğunu ve temsil ettiğini söyler. Bir “temsiliyet” ilişkisi vardır aralarında. Aynı zamanda da Batı’nın bu temsil aracılığıyla Doğu’yu oluşturduğunu ve sömürdüğünü söyler. Böylece aralarında bir de “hegemonik” ilişki varsayar: Batı, Oryantalizm aracılığıyla Doğu’yu yalnız bilgiyle değil, güçle yeniden kurmuştur.
Bhabha’nın itirazı ise tam bu noktada belirir. Said’in bu yaklaşımından örtük bir “Batı” hayranlığı tütmektedir. Doğu’yu kuran, manipüle eden, çarpıtan, böylece sömüren bir Batı, tam da onun hegemonyasını deşifre etmeye niyetlenen Said’in metnine hegemonyasını kurmuş durumdadır. Said, Doğu ve Batı diye iki bağımsız ve sabit öz farz etmekte ve bunlardan Batı kutbunun Doğu kutbunu manipüle ettiğini ve biçimlendirdiğini söylemektedir. Oysa böyle iki bağımsız özün olduğunu nereden biliyoruz? Cevap: Oryantalizm’in de içinde olduğu Batı tarihselciği (historicism) sayesinde. Öyleyse Batı’nın Doğu’yu belirlediği, kurduğu, biçimlendirdiği, çarpıttığı iddiaları sanki Oryantalizm’den önce saf birer Batı ve Doğu olduğunu varsaymaktadır ki, Said’in en büyük yanılgılarından birisi budur. Bu ilişki, hegemon ile kölesi arasındaki problemsiz, yekpare ve tekdüze bir ilişki biçiminde okunamaz, okunduğunda ise Oryantalizm’in açtığı yarığa düşülmüş olur.
Bhabha sorularına devam eder: Oryantalizm’de bir kök niyet aramak (mesela Doğu imajını tahrif niyeti) ne kadar doğrudur? Eğer Avrupa’nın Doğu’ya yönelik niyeti “emperyal istimlak” olarak konulursa, Oryantalizm’i eleştirenler de eşit derecede monolitik bir söyleme bürünmezler mi? Ve bu söylem, bir yerde, Oryantalizm’in kurmak istediği monolitik söylemin devamı olmaz mı? Böyleyse Said bize bu çıkmazdan kurtulmak için hiçbir yol öneremez demektir.
Said’de daima sömürgelerin sömürgeci eliyle istimlak edildiği iddiası vardır ki, bu, tarihî, teorik ve aynı zamanda indirgeyici bir basitleştirmedir. Oryantalizm, Doğu ve Batı arasında zahirî bir düalizmi icad ediyor ve Doğu’nun anlamını yerinden oynatıyorsa (dislocation), bu aynı zamanda Batı’nın da anlamının yerinden oynatılmış olmasını gerektirir. Eğer bu ilişkiyi tek taraflı ele alır da, bu sürecin olmuş bitmiş ve tek yönlü olduğunu, sömürgeci gücün sömürülenleri sabit bir gerçeklik olarak imal ettiğini söylemekten vazgeçmezsek, Batı’nın sarsılmaz bir öz olarak yoluna devam ettiğini ve Doğu’nun kurtuluş ve direniş imkânlarının tamamen tükendiğini çaresizlik içinde kabul etmiş oluruz ki, Oryantalist söylemin bizi içerisine sıkıştırmaya çalıştığı ikilemin boynuzlarına yakalanmak demektir bu.
Bir başka eleştirmen James Clifford ise Said’deki hümanizm vurgusuna dikkat çeker ve Said’in, Doğu’nun Batılılarca temsiline karşı çıkarken savunduğu “insan” fikrinin bizzat Batılı hümanist geleneğin eseri olduğunu nedense görmezden geldiğini söyler. Said, Oryantalizm’i eleştirirken çare olarak hümanizmi gösterir ve aslında tam da Oryantalist aklın yeşermesini sağlayan kültürel hümanizmin tuzağına düşer. Oryantalist söylem, bu hümanizmin ürünü olan “Beyaz Adam”ın imalatı değil midir? Böylece Robert Young’ın “Beyaz Mitolojiler”de (“White Mythologies”, Routledge 1996, s. 132) haklı olarak dile getirdiği gibi, Said’in Oryantalizm analizi, Oryantalist bir çalışmaya dönüşür!
Kemal Tahir’e dönersek, Batı ve Doğu’yu, kesinliği Oryantalizm’den menkul birer “olgu” ve bağımsız öz olarak ele alıp bütün yorumlarını bu ikilik üzerine bina ederek, aslında tam da karşı çıktığı Batı’nın kurduğu kapana düşmüş olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Oryantalizm’in hegemonyası, yalnız Doğu’nun Batı’ya göre kurgulanmasını değil, Batı’nın da Doğulunun zihninde çarpıtılarak kurgulanmasını getirmiştir. Bu kurgu, Said’in kendisini taraftarı olarak gördüğü seküler (laik) bir kültürün içine oturmaktadır.
Oysa Bhabha’nın dikkatimizi yoğunlaştırmamızı istediği o ince noktayı kavrayabilir, Doğu ve Batı’nın sabit özler ve bağımsız gerçeklikler gibi algılanmasının ötesine geçerek kafamızdaki Doğu’yu da, Batı’yı da kurmaya çalışanın Oryantalist söylemin kendisi olduğunu fark edebilirsek, dahası, Oryantalizm’in nasırlaştırmaya çalıştığı tarafımızın, tam da elbirliği ile kazımaya çalıştığımız “kutsal boyut” olduğunu idrak edebilirsek, Said’in de, Kemal Tahir’in de, bizi çaresizlikle içine davet ettikleri seküler kültür yorumlarının çıkmazlarını keşfedebilir ve gerek kendi kültür ve tarihimize, gerekse “Batı” kültür ve tarihine farklı bir gözle bakma imkânını elde ederiz. Böylece bu henüz bitmemiş ve imalat halindeki kültürlerin oluşumuna, tıpkı Fatih ve Kanuni’nin Avrupa (Batı) kimliğinin oluşumuna müdahale edişleri gibi direnebilir ve gerektiğinde onun içindeki çelişki ve muğlaklıkları yakalamak suretiyle müdahale edebiliriz. Tabii oluşum sürecinin önünü teorik olarak kapatmamak şartıyla.
Bunun için de iflah olmaz Batıcılardan M. Cevdet Anday’ın Fethi Naci’ye söylediği gibi, “Batı toplumu gelişmeye yatkındır, Doğu toplumu durağandır (duruk)” türünden yutturmacalara karnımız tok olmalı. Tabii omuzlarımız üzerinde bir baş taşıdığımızın farkındaysak…
Edward Said Ermeni soykırımını neden savunur?
Geçen hafta Oryantalizmin “hasm-ı bî-aman”ı Edward Said’in nasıl Oryantalizmin izinden gittiğini açıklayan yazımın tahminimden fazla yankı ve tepki uyandırması iyi olmadı bir yerde. Çünkü daha sonra yazmayı planladığım bu yazıyı öne almak zorunda kaldım: Said’in Osmanlı’ya, özellikle de Türklere karşı, Oryantalistlerden hiç de aşağı kalmayan önyargılı bakışı sorgulanmadı bugüne kadar.
Ama artık Said’e verdiğimiz kredi burada bitmeli ve onu gerçekte ait olduğu yere oturtma girişimi bir an önce başlatılmalıdır.
Neydi o günler? “Oryantalizm”in çevirisi yayınlanır yayınlanmaz yutarcasına okumuştum. Buna “çeviri” demek bile zordu çünkü çevirmen Nezih Uzel ne yazarın zengin teorik birikimine, ne de kullandığı terminolojiye vâkıftı. Firdevsî’nin meşhur “Şehnâme”sini “Krallar Kitabı” diye çevirmişti mesela!.. Gariptir, bu ilk Türkçe çeviri, memlekette bu kadar İngilizce bilen insan varken orijinal dili olan İngilizceden değil, Fransızcadan yapılmıştı. Başlığın altına ise Cemil Meriç’ten bir ibare yazılmıştı: “Sömürgeciliğin Keşif Kolu”. Rahmetli Cemil hoca, başlıktaki ibareyi görünce ‘Demek ki benimle aynı şeyleri düşünen birileri daha varmış’ diye sevinmiş, ancak bu ifadenin yazar tarafından değil, yayınevi tarafından kitabın kapağına konulduğunu öğrenince de küplere binmiştir. Bu hem yazara, hem de Cemil hocaya saygısızlık değil miydi? Neyse ki müteakip baskılarda bu ibare çıkartıldı kapaktan.
Okunmuş kitapların raflarda boş boş oturduklarını kim söylemiş? Said’in “Oryantalizm”i de yıllar içinde defalarca elimden geçecekti. İlgi alanlarım genişledikçe onu daha iyi anlayabildiğimi ve mesajının altında yatan teorik birikimi daha rahat kavrayabildiğimi görüyordum. İkbal Ahmed’in dediği gibi, Said aslında Foucault’nun beşerî bilimler için yaptığını, Oryantalizme uygulamıştı: Foucault beşerî bilimlerin karanlık yuvasına çomağını sokmuştu, Said ise aynı çomağı eline alıp Oryantalizmin yuvasına sokma cesaretini göstermişti. Bu cesareti gerçekten de takdire şayandı. Oryantalizmle ilgili tartışmalar, kitabın 1978’de yayınlanışından sonra bir daha eskisi gibi olmayacaktır.
Ne var ki, Said’in metinlerinde hep kafamı kurcalamış olan husus, ilgilendiği Doğu’nun tam göbeğinde yer alan ve Oryantalist edebiyatın vazgeçilmez hedeflerinden olan Osmanlı dünyasına neden bu kadar bigâne kalmış olduğudur. Şerif Mardin, “Doğu ve Batı” dergisinin 20. sayısında Oryantalizme karşı bu kadar eleştirel yaklaşan Said’in çalışmalarında, bu literatürün en sık kullandığı tezlerden “Doğu despotizmi”ne yönelik herhangi bir atıf görmediğini söylüyordu. Hoca haklı. Ancak dahası var.
Emperyalistlerin Doğu, özellikle de Ortadoğu üzerindeki operasyonlarından söz eden ve eleştiren Said, kitabında nedense Osmanlı Devleti’nin aynı emperyalizme karşı verdiği mücadeleyi es geçer. Oysa tam da Oryantalizm tarafından “keşfedilen” ve “Doğululaştırılan” tek bağımsız “Doğulu politik beden”, Osmanlı Devleti değil miydi? Bu noktaya değindiği tek yerde İngiltere ve Fransa’nın “Avrupa’nın Hasta Adamı” olarak nitelediği Osmanlı’yı (Asiatic Turkey) I. Dünya Savaşı sonunda ameliyat masasına yatırıp parçalara ayırdıklarını, böylece bütün zaaflarını, özelliklerini ve topografik resmini çıkarttıklarını ve örtük Oryantalizm ile açık Oryantalizmin işbirliğine bundan daha iyi bir örnek bulmanın zor olduğunu söyler.
Ancak “Avrupa’nın Hasta Adamı” tabirini benim yaptığım gibi parantez içine almadan kullanması dikkat çekicidir. Said burada Batılı politik güçlerin Osmanlı bünyesine giydirmeye çabaladıkları ve Oryantalizmin “gerileme” söylemiyle yaygınlaştırılan “Hasta Adam” elbisesini doğal bir şey gibi almakta beis görmez. Oysa ilk defa “Doğu Sorunu” ile ortaya çıktığını bildiğimiz “Avrupa’nın Hasta Adamı” yakıştırması, tam da Said’in tasvir ettiği ameliyatı günün birinde gerçekleştirebilmek gayesiyle ortaya atılmış değil midir?
Peki bütün anti-emperyalistliğine rağmen Said’in gündeminde, emperyalizme karşı şöyle ya da böyle direnmiş bulunan Osmanlılar neden yoktur? Üstelik kendi vatanı olan Filistin’i Siyonistlere kaptırmamak için az mı çaba göstermiştir Abdülhamid? Her şeyi bilen Said bunu nasıl görmezden gelir? Osmanlı söz konusu olduğunda neden susmayı, daha doğrusu, onu susturma girişimlerine ortak olmayı tercih etmektedir acaba?
Cevap, gençlik travması olabilir. Gençliğinde Filistin ve Mısır’da gördüğü sürgünleri unutamamıştır bir türlü. Bunlar, “Türklerin kendilerine yönelik SOYKIRIM boyutlarına varan saldırılarından sonra Beyrut, Halep, Kudüs ve Kahire gibi şehirlere doluşan” Ermenilerdir. Said, gençliğinde, en kalabalık grubu Ermenilerin oluşturduğu sürgün topluluklarına derin bir yakınlık duyduğunu saklamaz. Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’ya sürülen milyonlarca Müslüman’a acımayan Said’in, tam da Batılı güçlerin Oryantalistlerle elbirliği yaparak geliştirdikleri Ermeni Soykırımı tezine sorgu sual etmeden inanmış olması da gösteriyor ki, konuyu yeterince araştırma zahmetine dahi katlanmamıştır. Üstelik de Türkiye’nin garantörlükten kaynaklanan haklarını kullanarak soydaşlarının hayatını kurtarmak için Kıbrıs’a yaptığı çıkarmayı İŞGAL sayacak kadar da Batı kamuoyunun güdümündedir (Entelektüel, Çev.: Tuncay Birkan, Ayrıntı: 1995, s. 90).
Ne dersiniz? Artık Edward Said’in etrafına örülen hâleyi sıyırma zamanı geldi derken haksız mıymışım?