Erkekler çalışmaya mecbur ve mahkum mu?
Paul Lafargue’ın aylaklığa övgü düzdüğü kitabını duydunuz mu? Peki çağımızın ünlü filozofu Bertrand Russel’ın aynı konuda bir kitabı olduğunu? Ünlü sosyolog Thornstein Veblen’in henüz Türkçeye çevrilmemiş olan İşsiz Sınıfın Teorisi’nden haberdar mısınız?
İyi de bunları duymamış veya okumamışsanız bugün size nasıl anlatacağım aylaklığın erkeklerin de hakkı olduğunu?
Hah, buldum! Hani şu geçen gün Fatih’te çalışmadığı için annesinden ölesiye dayak yiyen 16 yaşındaki çocuk vardı ya, oradan girelim meseleye isterseniz.
Meselenin içyüzünü bilmiyoruz elbette lakin bir nokta var ki son derece önemli. Erkekler tabiatları gereği, erkek olmaları hasebiyle çalışmak zorunda imişler gibi muamele görmektedirler toplumdan. Sadece ömür boyu çalışmaya mahkum edilmiş zavallı babalar oğullarını kendi elleriyle kurban olmaya hazırlamıyor, asıl oğullarını eli ekmek tutsun diye çalışmaya zorlayanlar annelerdir.
Erkeği çalışmaya koşma işinde başı çekenin genelde baba değil de anne olması da manidar. Niçin babası değil de annesi dövüyor 16 yaşındaki çocuğu işe gitmediği için? Asıl dayakçı rolünde adı çıktığı için bu görevi en başta -hani şu ataerkillik masalına göre- babanın üstlenmesi gerekmez miydi?
Hayır! Bir kurbanın halinden en iyi diğeri anlar da onun için!
Erkeklerin çalışmama hakları, aylaklık hakları ne zaman tanınacak?
Böyle bir soru bile abes geliyor çoğunuza değil mi? Ama niçin? Hiç düşündünüz mü?
Bence kadın-erkek çatışması da, savaşı da, ataerkillik tartışması da, erkek egemenliği martavalları da bu sorunun kaynattığı yanardağın yanında ispirto ocağından farksız kalır. Bütün mesele, cinslerden birinin çalışmaya mecbur ve mahkum edilmiş olması, diğer cinsin de “domestik kültü” canlı tutabilmek için bu statükoyu desteklemesinden kaynaklanıyor.
Sanayi öncesi toplumlarda kadınlar da üretime katılmak zorundaydı. Yani şu bizim eski, köhne, cahil, geleneksel diye acıyarak baktığımız zaman dilimindeki toplumlar kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden çalışmak ve üretmek zorunda olan “kıtlık toplumları”ydı. Sanayi toplumuna geçildiğinde ailenin bütün üyeleri şehirlere göç edip fabrikalara kapandı. Tıpkı tarlada gün boyu nasıl çalışıyorlarsa, fabrikalarda da 14-15 saat karın tokluğuna çalışmaya başladılar, ailecek.
Bu ağır çark, kısa zamanda ilk firelerini verecekti. Önce yaşlılar ve çocuklar çalışma sürecinden sıyrıldılar. Yaşlılar emekli olma imkanına kavuştu, çocuklar da okuma ordusuna katıldı. İlk tepkiler onlar adına verildi ve durumlarına yeni düzene göre ayar çekildi.
Geriye genç ve orta yaşlı kadınlarla erkekler kaldı.
İşçi sendikaları ile feministlerin iş birliği sonucunda kadınlara özgürlük sloganı Avrupa üzerinde onlarca yıl yankılandı. Kadınlara özgürlüğün o zamanki anlamı bugünküne göre oldukça tuhaftı.
Ne isteniyordu biliyor musunuz? Kadınların evlerinde oturması!
Evet, evet, yanlış okumadınız, feministler ve işçi sendikaları el ele vermiş, kadınları bu çalışma ortamının pisliğinden kurtarmak ve “eve kapatmak” için uğraş veriyorlardı.
O zamanki feminizm böyleydi. Kadınların “çalışmama hakkı” geçtiğimiz yüzyılın sonundaki feministlerin elindeki en önemli kozdu.
Kadınlar pis işlerde çalışıyor, yorgun düşüyor ve çoluk çocuklarıyla ilgilenemiyorlardı.
Aile saadeti diye bir şey kalmıyor, işçiler mutsuz oluyor, verim düşüyordu.
Sonunda patronlar da razı oldu bu isteğe ve kadınların evlerine kavuşmalarına izin verildi.
Artık onlar gönüllerince bulaşık ve çamaşır yıkayabilecek, akşam eve döndüğünde en güzel yemekleri kocalarının önüne koyabilecek ve insan olduklarının farkına varabileceklerdi.
Sanayi toplumu, sanayi devrimi en büyük devrimi, binlerce yıldır erkeğiyle beraber üretime katılmış olan kadını, çocuğu, yaşlıları üretim sürecinden kopartıyor ve bir yerlere kapıyordu. Çocuğu okula kapıyor, yaşlıyı huzur evine, kadını da eve.
Sanayi üretimi böylece ailecek başlayan bir süreçte üç firar kapısını birden açıyordu. Çocuklar, yaşlılar ve kadınlar bir yerlere firar ediyor, fabrikada erkek tek başına bırakılıyordu.
Erkek çalışmaya mecbur ve mahkum, diğerleri ise çalışmama hakları tanınmış figürleriydi sanayi toplumunun. Kadınlar istediği zaman işten çıkabilir ve kendisine bakacak bir erkek bulabilirdi.
Üretimin bütün yükünü sırtlayan erkeğin kaçacak bir “evi” bile yoktu.
Ve erkek, sanayi toplumunun “mutlu kölesi” olarak yalnız başına ne zamana kadar direnecektir?