Evet, Osmanlı’da rüşvet vardı!
Başbakan’ın eşi Emine Erdoğan’a Moskova’da bir gerdanlık ile bir ipek halı hediye edilmesi, uzun zamandır muhalefet duygularını bastırmakta güçlük çeken basınımıza bir kanat çırpma fırsatı tanımış görünüyor.
Neyse, sonunda gerdanlık iade edildi, halı da Başbakanlık envanterine kaydedildi ve işte ortalık yeniden süt liman! Bu arada verilen hediyeyi “rüşvet” kapsamına sokarak eskiden rüşvetin elden verilmediği, saraya “at arabasıyla” yollandığı gibi tuhaf örnekler süsledi gazete sayfalarını. Rüşvetin Osmanlı idare mekanizmasındaki yerini ve anlamını bilmeyen okuru yanıltacağı endişesiyle bayramın son gününde köşemizi rüşvete bulaştırmak zorunda kaldım.
Hem Osmanlı ekonomisinin neden bozulduğunu izah sadedinde kaleme alınmış metinlerde “rüşvet”, önemli bir çöküş faktörü olarak zikredilmez mi? O zaman Osmanlı Devleti’nin bir din devleti olduğunu ve Şeriat’la yönetildiğini söylemek ne derecede mümkündür? Sürekli haram olan bir fiili işleyen insanlarca yönetilmiş bir devlet ne kadar İslam devleti sayılabilir? Ve sonuçta şu bıçak sırtı noktaya gelir dayanırız: Ya bu devletin İslamiyet’le herhangi bir alakası yoktu veya Osmanlılar, tarih kitaplarında karşılaştığımız “rüşvet”i, bizim bildiğimizden farklı anlıyorlardı.
Rüşvet, aslında Osmanlı bürokrasisinde meşru bir kazanç kapısıydı. Bir makama atanmak isteyen herkes, bir üstündeki makamı işgal eden şahsa onu memnun etmek için rüşvet verir ve hatta rüşvet karşılığında makamlar alınıp satılırdı. Mesela Sadrazam Padişah’a rüşvet verirdi, Reisülküttab ise Sadrazam’a vs.; bu zincir aşağıya doğru inerdi. Şaşırdınız, biliyorum; ama bunda Osmanlı mantığı açısından herhangi bir gariplik yoktu. Çünkü bir nevi ‘hava parası’ydı verilen. Zira II. Mahmud zamanına kadar devlet görevlilerine merkezi hazineden maaş ödenmezdi. Memurlar da, paşalar da dahil, geçimlerini kendilerine bağlanan tımar, dirlik veya haslardan sağlarlardı. Ve bu görevlere atanmak, özellikle 16. yüzyılın sonlarından itibaren verilecek cazip hediyelere veya bağışlara bağlanmıştı. Yani görevler çatır çatır satın alınırdı. Daha doğrusu, kim daha fazla hava parası öderse ona verilirdi. Bir tür ihaleye çıkardı yani. En yüksek parayı veren, ihaleyi kazanırdı.
Niyazi Berkes’le birlikte belirtelim ki, Osmanlı idare lugatinde sürekli yeni devlet mevkileri ihdas edilmesi ve makamların süreli ya da ömür boyu kaydıyla “satılması” uygulamasına “rüşvet” denilmekteydi. Nitekim vezirlerin sık sık azledilmesi de, patenti devlete ait olan bir makamın çeşitli kişilere birden veya kısa aralıklarla peş peşe satılması imkânını sağladığı için tercih edilen bir usuldü. (N. Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, I, İst. 1972, s. 165-6.) Böylece hazine, yeni işbaşı yapan görevlilerin ödedikleri “rüşvetler” sayesinde yüklü ve peşin bir gelire sahip oluyor, ağırlaşan sefer masraflarını göğüslemek için önemli bir malî kazanç elde ediyordu.
İşte tarih kitaplarımızda “Rüşvet aldı yürüdü” ifadesini gördüğümüzde anlamamız gereken şey budur. Hatta “Osmanlı rüşvet yüzünden battı” diyenler bu gerçeği bilseler, hele bu uygulamanın Osmanlılara has olmadığını, üstelik 17. ve 18. yüzyılların en ileri(!) devletleri tarafından dahi kullanıldığını zahmet edip okusalar, onların gelişmesine hizmet eden bu usulün bizi neden batırdığını sorgulamak zahmetine katlanırlar mı dersiniz? Günümüzün gözde iktisat tarihçilerinden Niall Ferguson tam da bunu yapıyor; 1660’lar Fransa’sında tam 46 bin makamın devletçe satılmış olduğunu ve bunların hazineye toplam getirisinin 419 milyon Fransız lirası tuttuğunu söylüyor. Hatta 14. Louis’nin akıl hocaları arasında, bu usulü uygulamayan İngiliz Kralı’nın başının beladan kurtulmayacağına dair iddiaya girenler dahi olmuş vakt-i zamanında. (Gördüğünüz gibi, Osmanlı tarihini Avrupa’dan bağımsız ve habersizmiş gibi sunmak, cehaletin en büyüğü.)
Ama bu anlamdaki rüşveti (İngilizcede “fee” denilen ‘bahşiş’i) İslam’da haram olan teknik anlamdaki gizli “rüşvet”le karıştırmamak gerekir. Aksi halde Osmanlı bürokrasisinde, padişahlar da dahil rüşvete bulaşmamış kimseyi bulmakta epey zorlanırsınız. Zaten bu aleniyet düzeyinde rüşvetin herhangi bir “günah” içermesi mümkün müdür? Nitekim Baltacı Mehmed Paşa’nın ayağını kaydıranlardan Damad Ali Paşa, Sadrazamlığa geçince rüşvet söylentilerinden rahatsız olmuş, hatta “YENİÇERİ AĞALARININ GÖREVE YENİ ATANMASINDA SADRAZAMLARA VE SUBAYLARIN YENİÇERİ AĞALARINA VEREGELDİKLERİ, ÖTEDEN BERİ ALIŞILAGELMİŞ HEDİYELERİ BİLE YASAK ETMİŞ VE BU GELENEĞİ KALDIRMIŞTIR”. Tarihçi Mustafa Nuri Paşa’nın “alışılagelmiş hediyeleri” ifadesi bile meramımızı anlatmaya kâfidir sanıyorum. (Netayic ül-Vukuat: III-IV, Ank. 1992, s. 29.)
Evet, Osmanlı’da rüşvet vardı ama bu rüşvete ancak kayda geçmesi şartıyla izin veriliyordu. Eh, o zaman da bunun adı rüşvet mi olur yoksa başka bir şey mi, ona da siz karar verin.
Do you want Search?
Random Post
Search