Türkiye’nin hazan mevsimine girdiğini biliyorduk ama yaprak dökümünün bu raddeye varacağını doğrusu tahmin etmek istemezdik. Yavuz Bahadıroğlu, Sezai Karakoç, Mustafa Yazgan ve ardından Teoman Duralı (1947-2021) beylerin aynı yıl peş peşe aramızdan ayrılması sevenlerini ve bu ülkenin sahici aydınlarını derinden sarstı. Allah cc. Teoman hocamıza ve diğer büyüklerimize rahmet eylesin, mekânları cennet olsun.
Alarm zilleri çalıyor… Fikir tanklarımız yavaş yavaş boşalıyor….
Peki gidenlerin yerlerini doldurmak için bir şeyler yapıyor muyuz? Asıl mühim olan bu.
Şahsen dost olma ve 2020 Eylül’ünde kendisiyle TVNet’te bir program yapma fırsatı bulduğum merhum Teoman Duralı, Türkiye’de eşine ender rastlanan yetkinlikte cins bir hocaydı. Felsefe gibi kavranılması zor bir sahada öyle parlak bir anlatımı vardı ki, derslerinde adeta kavramları kafanıza çekiçle çakar gibi konuşur, bir başka cins filozof Wittgenstein’ın yaptığı gibi boşlukta el yordamıyla bir başka dünya arar gibi esrarengiz jestleri sözlerine refakat ettirir, bu da talebenin zihninde bir bina inşa edildiği hissini uyandırırdı.
Ancak Teoman hocanın ayırt edici özelliği, felsefe sahasını meslektaşları gibi dar tutmayıp tefekkür kudretini tarih, kültür ve sanat gibi, hatta yaşama felsefesi gibi komşu arazilere de sürmesini iyi bilmesiydi (burada hocası Nermi Uygur’un izindeydi). Böylece adına “düşünen tarih” diyebileceğim ve benzerine ülkemizde pek az rastlanan bir farklılığın o duru zekâdan fışkırışına tanık olurdunuz. Bir ayağını kendi toprağına sabitleyen hoca (Hz. Mevlana’nın pergel mecazını hatırlayın) fikir atını tefekkürün karanlık vadilerine cesaretle sürer ve bu seferlerinden zengin ganimetlerle dönmekle kalmaz, bunları biz müptedilere cömertçe ikram da ederdi.
Bu yüzden İngiliz-Yahudi medeniyetinin dünyayı sinsice sömürmesi ve tahribatına, köksüz Batılılaşma hareketlerine, her türden taklitçiliğe, Cumhuriyet devrindeki “yazının katli” ve “dilin katli” gibi kültür inkılaplarına, Osmanlı Devleti’nin “Türklüğün en parlak başarısı” olduğuna vs. dair can alıcı meselelere Türkiye’de yaşayan bir felsefeciden asla beklenmeyecek cinsten aykırı, net, demlenmiş ve aynı derecede cesurca yorumlar getirebilmiş, uykudaki dimağları uyandırabilmişti.
Alman şairi Heinrich Heine öldüğümde ‘tabutuma bir kılıç koyun’ demişti, insanlar kendileri uğruna çarpıştığımı bilsin diye. Merhum Duralı hoca ise beyninde kılıçla dolaşan bir entelektüeldi. Akademyanın ikiyüzlü, sahtekârca protokol laflarına karnı toktu. En sert sözlerini olanca kibarlığı içinde ama tam bir cerrah soğukkanlılığıyla söylemeyi itiyad edinmişti. Çünkü hastaydık, daha fenası hasta olduğunun farkında olmayan hastalardık.
Hoca teşhisi kim ne der diye umursamadan korkusuzca koymaktan imtina etmezdi. Tıpkı şu vecizesinde olduğu gibi:
“Biz alhzheimer olmuş bir toplumuz. Bunun en önemli müsebbibi, yazının katlidir. Sovyet devrimini, Çin devrimini görmüş dünya ama hiçbiri yazıya dokunmamış. Japonlar ve Koreliler için Çin yazısı yabancı. Niçin değiştirmediler?”
Evet, niçin? Niçin onlar değil de biz kör edildik?
Bu soruya bırakın cevap vermeyi, onun farkında bile değiliz millet olarak.
İyi ki Teoman Duralı gibi zihni ve ruhu diri insanlar yaşadı bu çorak topraklarda ve ışığı on yıllar sonra da olsa fark edilecek saf fikirler serdetti, bununla da yetinmeyip fikirlerini eserler halinde kütüphane raflarımıza tevdi etti.
Bu hazan mevsiminde bir tesellimiz varsa bundandır vesselam.
07.12.2021, muzakerat.com