Efsanelere son vermek için yola çıkan Aydınlanma,
en büyük efsane imalatçısı haline geldi.
Max Horkheimer ve Th. Adorno
Aydınlanmanın Diyalektiği
“İhdina’s-sırâte’l-mustakîm.”
Galile ile ilgili bir yazının Kur’an-ı Kerim’den bir ayetle başlamasına alışsak fena olmayacak. Çünkü incelediğimiz adam, Galileo Galilei (1564-1642) ya da Türkçedeki yaygın telaffuzuyla söylersek Galile, bilim efsanesi imalatçılarının bizi inandırmak istediği gibi dine, Katolik Kilisesi’ne karşı kahramanca direnen bir Aydınlanma Mücahidi değil, tersine Katolik eğitimi almış ve ömrünün sonuna kadar da mümin bir Katolik olarak yaşamış, bu da yetmezmiş gibi kızlarını rahibe olarak manastırlara teslim etmiş dini bütün biriydi. Kopernik’in güneş-merkezli (heliosantrik) sistemini geliştirirken de amacı, Katolik ilahiyatını çökertmek değil, kendisinin de ifade ettiği gibi, desteklemek idi. Vatikan’ın adamıydı ve zaten bu yüzden Kilise onu özel bir ihtimamla yargıladı (aşağıda açıklayacağımız gibi bu “yargılama”, dostlar alışverişte görsünler türünde bir sohbetten başka bir şey değildi.) “Bizi doğru yola ilet.” Kur’an’ın bu işareti sadece hidayete ermekle sınırlı tutulmamalı bence. Bu ayetten müthiş entelektüel bir tahrik fışkırdığını da görmezden gelmeyelim: Size sunulanla yetinmeyin ve işin hakikatine vasıl olmak arzusuyla yanıp kavrulun. Zira ayetin arkası da bu mealde akmaktadır: “Haktan sapmışların yoluna değil….” Yani şu: Kur’an bizi her daim teyakkuz halinde olmaya çağırıyor. Evet, Şeytana dikkat etmemiz gerekiyor ama bir yerde de, ibadet ve iman alanının dışında, etrafımızdaki enformasyon bombardımanının bizi düşüreceği tuzaklara karşı da bir uyarı olarak okunmalı değil midir bu âyetler? Efsanelere karşı uyanık olmak, bize bağışlanmış olan düşünme yeteneğimizi ve özgürlüğümüzü sonuna kadar kullanarak şeytanın bize hazırladığı tuzaklara düşmemek vazifesi, bizlerin sırtına yüklenmiş olan o ağır, dağların ile üslenmekten kaçındığı Emanet’in ayrılmaz bir parçasıdır.
Bu Emanet’i üstlendiğini bir de misak ile teyid etmiş olanların etrafımızda akıp duran bu seylabeye karşı daha bir hassas olması icab etmez mi?
Ne yazık ki bu soruya her zaman evet cevabını veremiyorum.
Bari siz yapmayın Nazan Hanım!
Nazan Bekiroğlu, Türk Edebiyatı dergisi okurlarının da severek okudukları üslup sahibi, inci gibi Türkçesiyle her daim beğenilen bir yazar. Benim de gerek Zaman’daki refikliğimiz döneminde, gerekse onun dışındaki yazma serüveninde Dergâh dergisindeki hikâyelerinden itibaren zevkle okuduğum ve ne yalan söyleyeyim, üslubuna gıpta ettiğim yazarlardan birisi olmuştur.
Ne var ki, son deneme kitabı Cümle Kapısı’nda, verdiği bilgileri hiçbir sorgulamaya tabi tutmadan aktardığını ve bu yanlış bilgilerin üzerine koca bir yorum bina ettiğini görünce üzülmedim desem yalan olur. Çağın yalanlarını olduğu gibi almak ve bu yalanlar üzerine bir yorum bina etmenin bu göz kamaştırıcı cümle işçiliğine yakışmadığını söylemek zorundayım.
Mesela mı? Beraber okuyalım isterseniz:
Diyalog’un yayımlanmasıyla kilise, gökkubbenin tepesine yıkıldığını zannetti. Galileo, Kopernikus’un görüşünü onaylayarak sabit bir Güneş ile onun etrafında dönen Yer şemasından bahsediyordu ki bu apaçık sapkınlıktı. Mahkeme başladı. Onca ressama ilham veren mahkeme devresince Galileo, Engizisyon Sarayı’nın bir odasında tutuldu. Hapishaneden farkı yoktu. Mahkeme sonunda [şu karara vardı- M.A.]: “Seni Engizisyon’da resmen hapis yatmaya mahkûm ediyoruz. Süresi bize kalmış.” İktidarının sarsılmazlığını göstermek mecburiyetinde olan kiliseye (başka türlü her şeyin kendi etrafındaki devinimini sürdürmesinin imkânı yoktu) bu kadarı yetmedi, Galileo hapsini çekmeye başlamadan önce bir itirafname imzalamaya zorlandı ve onu dizleri üzerinde okuyarak “tövbekâr” oldu. Bu onu yanmaktan kurtaracaktı.1
Sorular üşüşüyor insanın aklına bu pasajı okuyunca: Bir kitabın yayınlanmasıyla neden Kilisenin başına gökkubbe çökecek gibi olsun? Eğer Kilise o kadar güçlü ise bu kitaptaki fikirleri başka türlü susturmasını da bilemez miydi? Dünyanın sabit olmayıp güneşin etrafında dönmekte olduğu tezi, Kopernik’in olduğu halde, Kopernik de öyle böyle değil, Katolik bir rahip olduğu halde yazarı neden yakılmamış ve kitabı daha önce yasaklanmamıştır da, Galile bunu ısıtıp sofraya sürdükten sonra yanmaktan son anda kurtulmuş olsun?
Sonra edebî bir metin de olsa Nazan Hanım’ın, metninin insicamı konusunda daha bir itinalı olmasını beklemek hakkımızdır sanıyorum. Galile, bir seferinde “Engizisyon Sarayı’nın bir odası”nda tutuluyor, sonra bu odanın hapishaneden farkı olmadığı söyleniyor (Saray odası ve hapishaneden farkı yok, öyle mi?), biraz aşağıda bu defa saray odası “zindan” haline getiriliyor, nihayet bu hapsin “daha çok ev hapsi, düşünme, yazma, söyleme hapsi” olduğu, en sonunda da aşurenin üzerine limon sıkar gibi, bütün bu zindan ve hapis söyleminin bir mitos, bir efsaneden ibaret olduğu dile getiriliyor. Hangisi doğru dersiniz? Bana kalırsa metinde sapla saman fena halde karışmış durumdadır ve ayıklamak için ancak akademisyen Nazan Bekiroğlu’nu imdada çağırmak gerekecektir!
Sayın Bekiroğlu’nun kitabındaki bilgi hatalarını sayıp dökmenin yeri burası değil. Ancak Ortaçağ’ın bir Karanlık Devir olduğu iddiası da Pozitivizmin gayri meşru evladı olarak sevgili hafızamızda yerini bu kadar munisçe almamalıydı diye düşünüyorum. Bu konularda yazan birisi en azından gerçek bilimsel devrimin 13. ve 14. yüzyıllarda gerçekleştiğini söyleyen Pierre Duhem’den, Etienne Gilson’un Ortaçağ Felsefesinin Ruhu’ndan ve A. Koyré’nin yazdıklarından haberdar olmalıydı. Galile hakkında köpürtülen efsanelerden kurtulup hakikat avcılığına yönelmek için yorumlarını daha sahih bir temele oturtmasını beklerdim Bekiroğlu’nun. Hala da bekliyorum. Onun şık üslubuna da bu yakışırdı doğrusu.
“Bilimsel mitoloji”
Bu terimi ilk defa isminden midir nedir, pek tuttuğum bilim felsefecisi Stephen Toulmin’in 1950’lerde neşredilmiş uzun bir makalesinde okumuş ve heyecanlanmıştım. Bir başka gözdem Alasdair McIntyre ile birlikte yazdıkları kitapta Toulmin, Darwinizmin efsanelerinden giriyor, Türkiye’de de bir vakitler pek rağbet gören Fred Hoyle’un “Sürekli Genişleyen Âlem” nazariyesindeki akıl almaz rakam oyunlarına kadar bir yığın mitolojik örneği zikrediyor ve bilimin modern çağda ne büyük bir mitoloji fabrikası haline dönüştüğünü gösteriyordu.
Bilimsel mitoloji, ne yazık ki okul kitaplarını pek sever. Halkın kafası bilim imajına teşnedir, bilimin kendisini ise kimse umursamaz. Herkes sonuçlarla ve mitolojik başlangıçlarla ilgilidir. Newton’un, kafasına düşen elma sayesinde yerçekimi kanununu keşfettiği yollu efsane bunlardan biridir. Böyle bir olay vaki olmamıştır. Ancak bir kere yakıştırılınca, uzun saçlarla örtülü kafasını ovuşturmakla meşgul Newton karikatürü, modern bilimin alamet-i farikalarından birisi haline gelmiştir. İstediğiniz kadar efsane-savarlar kurun, bu imaj sürüp gider muhayyilelerde.
Zaten efsanenin gerçekle bağlantısı da böyle bir şeydir. Gerçeklik ile şöyle veya böyle bir alakası vardır efsanelerin. Fakat onu, gerçeklik düzeyinden kopartarak çok daha geniş bir yorum düzeyine, hatta masal düzeyine kadar sıçramak, mitoloji için garip bir şey değildir çünkü mitolojinin mantığı bunu gerektirir. O, gerçekliği tasvir etmek niyetinde değildir. Gerçekliğin yerine geçmek, onun yerini almak, işgal etmek niyetinde de değildir aslında. Gerçeklik imajını avlamak ve ayartmak peşindedir o. Gerçeğin “bu” olduğunu değil, gerçekliğin “böyle görülmesi gerektiğini” söylemektedir bize. Ama bir yandan da gerçekliğin başını okşamakta ve ona bir sus payı vermeyi de ihmal etmemektedir. Susan K. Langer ve üstadı Ernst Cassirer efsaneyi böyle deşifre ederler.
İki Galile
Tamam, teslim oluyor ve ‘Bu kadar laf u güzaf yeter, artık biraz da mevzuya girsen’ diyenlerin arzusu istikametinde ilk metnimi açıyorum. Kitap, TÜBİTAK Yayınları’ndan çıkmış; Bilimin Öncüleri başlığını taşıyan kitabın yazarı Cemal Yıldırım. Küçük boy 218 sayfa tutarındaki kitabın sadece 8 sayfası Galile’ye ayrılmış. (Ne hikmetse gösterdiği 18 kaynaktan 9’u bilim adamımızın kendi kitaplarından oluşmaktadır! Kendine referans, ne zamandan beri bilim oluyor? Ortaya koyduğu iddiaları kendi kitaplarına dayandıran birisinin rivayeti kendinden menkûl şeyh’ten ne farkı olabilir? Düşünmek lazım.)
Fiziğin “babası” diye anılan Galileo, aynı zamanda, güneş-merkezli sistem için sürdürdüğü mücadele ile düşünce özgürlüğüne öncülük etmiştir… Rönesans’ın büyük sanatçısı Michalengelo’nun öldüğü yıl dünyaya gelen, Newton’un doğduğu yıl dünyadan ayrılan Galileo, Francis Bacon, Descartes, Kepler ve Shakespeare gibi ünlülerle çağdaştı. Temelde Ortaçağ bağnazlığına bir “isyan” diye niteleyebileceğimiz Rönesans’ın son döneminde yaşayan Galileo, yeni arayış ve atılımlarıyla kendisini önceleyen Leonardo da Vinci ve Copernicus türünden evrensel bir yetenek, yeniçağın unutulmaz bir mimarıdır.1
Dikkat edilirse metinde mitoloji, Galile’yi iki dahinin, Mikelanj ve Newton’un ölüm ve doğum tarihleriyle çakışan bir zincire oturtmakla başlıyor, diğer Rönesans ve Yeniçağ dahileriyle aynı çevreye dahil etmek suretiyle zenginleşiyor, nihayet “bağnaz” Ortaçağ’a “isyan” eden sanatçılar ve bilim adamları kervanı ile büyülü bir karakter kazanıyor. Nitekim bu bağnazlık iddiası, metin boyunca devam ediyor ve sonunda “dinsel bağnazlık”ın bir sembolü haline geliyor. Galile’yi mahkûm eden Kilise, aslında kendi “ölüm fermanı”nı imzalamış demektir.1 Yıldırım’ın, Galile’nin “başına buyruk” bir kişi olduğunu, tamamen seküler bir eğitim aldığını ve geçimini özel dersler vermek suretiyle sürdürdüğünü söyleme gayretine düşerek onun dinî cephesini ısrarla gizlemek istediği gözden kaçmaz. (Bu arada “başına buyruk” birisinin nasıl olup da bazı Düklerin himayelerinde, üstelik biraz ileride anlattığı gibi, onlara silah yapımında ve topların hedefe isabet ettirilmesi konusunda yardım ettiği ise bir türlü anlaş
ılmaz. Hani Galile bağımsız, başına buyruk biriydi?)
Kaldı ki yazar Rönesans ile modern bilimin doğuşunu, bu iki ayrı süreci zihninde özdeşleştirmekte ve bir başka yanlış anlaşılmaya da kapı açmaktadır. Bilim tarihçisi Alexandre Koyré’nin açıkça belirttiği gibi, Rönesans’ın bilimsel ideal ile aynı düzlemde ele alınması, büyük bir hatadır. Hatta Koyré daha da ileri gider ve bilimsel bir ilhamla başlamayan Rönesans’ta bilim havasının hiç esmediğini, onun tam aksine edebiyattan ve retorikten ibaret olduğunu söyler. Rönesans, Koyré bizi şaşırtmaya devam etmektedir, dünyanın tanıdığı çağlar içerisinde eleştiri ruhunu en az taşıyanıdır. Her tarafı hurafelerin istila ettiği, büyücülüğe, gözbağcılığa duyulan inancın şaşırtıcı biçimde yayıldığı bir çağdır Rönesans. Bu dönemde müneccimlik astronomiyi bastırmış, Venedik matbaalarında basılan cin-peri ve sihirbazlık kitapları ortalığı bir sel gibi kaplamıştır.4
Ne var ki, Yıldırım’ın bu pür pozitivist Galile efsanesi, bizzat TÜBİTAK tarafından neşredilen başka kitaplar tarafından yalanlanmaktadır. Mesela Bilim ve İktidar adlı kitabın yazarları, hiç de Yıldırım gibi düşünmemektedirler. Onlara göre Galile, bütün bu araştırma ve keşifleri sırasında önüne hedef olarak Tanrı’nın bilgisini koymuş, ona doğru adım adım ilerlemeye çalışmıştır:
Kesinlikle bir tanrı tanımaz olmayan Galileo’ya göre, Tanrı’nın imgesinde [suretinde- M.A.] yaratılmış olan ruh, yaradılışı yöneten hakikatlere nüfuz etmeye ve bu yüzden de Tanrı’nın başlangıçta eksiksiz sahip olduğu doğa bilgisine doğru ilerleme kaydetmeye muktedirdir. Öyleyse bilimin doğada keşfettiği hakikatler kutsal yaradılışın hakikatleridir. O nedenle, bu hakikatler görünüşte Kitab-ı Mukaddes’le çelişki içerisindeymiş izlenimi verseler de geçerliliklerini yitirmezler.5
Şimdi hangisine inanalım? Anlı şanlı Türk profesöre mi yoksa Galile’nin hemşerilerine mi? (Her 3 örneği de bir karşılaştırma yapılabilmesi için özellikle Türkiye’nin resmi bilim kurumu olan TÜBİTAK’ın yayınlarından seçtim.)
Efsaneler zinciri
Galile’nin görüntüsünü kaplayan efsane bulutu o kadar kesiftir ki, onu aralamak teşebbüsünde bulunanlar şaşkınlık uçurumlarına yuvarlanmakta, bir hayalin nasıl hakikat haline geldiğine, bir hakikatin ise üstünün nasıl bu kadar beceriyle örtüldüğüne hayretler içerisinde kalmaktadırlar. Bu efsaneleri şu birkaç başlık altında toplayabiliriz:
- Engizisyon mahkemesinden nadim bir şekilde çıkmakta olan Galile’nin, içeride vazgeçtiği dünyanın güneş etrafından dönmekte olduğunu tezine, kapı önünde, Eppur si move (Yine de dönüyor) diyerek yine sahip çıktığı.
- Piza Kulesi deneyini yaptığı (oysa bu bir düşünce deneyidir ve Koyré’nin haklı olarak belirttiği gibi, iyi ki de yapmaya teşebbüs etmemiştir, yoksa Aristo’nun haklı olduğunu görecek ve üzülecekti).
- 1633 yılında mahkemede yargılandığı ve zindana atıldığı söylentisi.
- Kilise’nin, Güneş-merkezli dünya modeline bağnazca karşı çıktığı ve bundan dolayı Galile’yi ölüme mahkûm ettiği.
- Galile’nin Kiliseden bağımsız, “başına buyruk” bir kişilik gibi sunulması.
- Galile’nin kendi çıkarlarını hiç düşünmeyen bir bilim âşığı gibi resmedilmesi.
Bu efsanelere bir çok yeni ve yan efsane daha ilave edilebilirse de, yazımızı makul bir hacimde tutabilmek için bunların aydınlatılmasıyla kifayet edeceğiz. Zira sadece bunların aydınlatılması bile bize epeyce yoracağa benzer.
Ne yapalım. Görevimizi baştan belirlemiştik: Hakikat avcılığı. Bu da göründüğü kadar kolay bir iş değil.
Galile ve Kilise ilişkisi
Tezimizi şöyle formüle edelim: Galile Allah’a inanıyordu, Katolikti, hatta mümin bir Katolikti6, Kilisenin içinde yetişmişti, nitekim Papa ve Kardinaller kendi dostlarıydı. Nihayet iki kızını Kiliseye adamış, ikisini de rahibe olarak manastırlara kapamıştı.
Galile’nin Tanrı ile değil, onun Kilise tarafından konulmuş ve dogma halinde benimsenmiş otorite anlamındaki bilim anlayışıyla derdi vardı. Çünkü Kopernik’in güneş-merkezli teorisi başta olmak üzere teleskobuyla bulduğunu söylediği yeni gezegenler, Aristo’nun düşen cisimler kanununda yaptığı değişiklikler vs. Kilisenin mevcut görüşleriyle çelişiyordu. Burada bir problem yok. Çelişiyordu ama Galile bu fikirlere nasıl olmuş da ulaşmıştı? Bir boşlukta mı? Başına buyruk bir şekilde bilim yapılabileceğine hala inananlar var mı? Ustası, okulu, ekolü biliniyor mu?
Çoğumuz bilmeyiz ama Batıda Kilise, zannımızın hilafına, modern bilimin temellerini atan kurumdur. Ve bu, büyük ölçüde 1860’larda Darwinciliğin üniversitelere girme mücadelesine kadar da devam etmiştir. Öyle Bilimsel Devrim yapıldı, her yer güllük gülistanlık oldu diye bir şey yok. Kilisenin mücadelesi bugün de farklı enstrümanlarla devam ediyor aslında. Lakin Kilisesi olmayan bir toplumun mensupları olarak Batı tarihini ve bilimsel ve teknolojik gelişmenin aşamalarını kendimize benzeterek modern bilimin babalarını, Cemal Yıldırım’ın zannettiği gibi, “başına buyruk” kişiler zannetme yanılgısına kolayca düşüveriyoruz. Oysa Thomas Kuhn’un bilim felsefesi ve bilim tarihi disiplinlerine getirdiği paradigma kavramı bile, bir kişinin veya kişilerin değil, bir ekolün veya kurumun problem çözme faaliyetini anlatır. Bizde ise en has bilim adamı imajı, köşesine çekilmiş, münzevi bir sakallıdan ibarettir büyük ölçüde.
Bilim, kurumsal bir etkinliktir dedik. Bugün Nobel Bilim Ödülü’nü alanların çok büyük bölümünün belli üniversiteler veya akademiler ve belli bilim camiaları olduğu gerçeği, günümüzde bilimin bu özelliğinin giderek katmerlendiğini, öyle uluorta, başına buyruk adamların bilim adamlığı, yaptıklarının da bilim payesini alabileceği tezi, artık hurafeler bataklığındaki yerini çoktan almış olmalıdır. Ne yazık ki, durum bizde böyle değil. Büyük bir saflık içerisinde yüzdüğümüzü kabul edelim. Ve lütfen yazmadan önce okuyalım biraz. Olmaz mı?
Kopernik kimdi? Bir bilim adamı mı, bir Katolik rahibi mi? Açın Katolik Ansiklopedisi’ni de görün. Rahip olması neyse de, bir de Kilise’nin başına gökkubbeyi çökerteceği söylenen meşhur kitabını iki Kardinal’in samimi ricaları üzerine bastırdığı bilgisine ne dersiniz peki? Üstelik bu rahip Kopernik, sıkı durun, kitabı Papa III. Paul’e ithaf etmiştir. İthaf ise kitabına ‘dışarıdan’ gelecek saldırılara karşı bir “kalkan” olması için konulmuştur.
Kilise deyip de geçmeyin
Çok mu aykırı şeyler söylüyorum yoksa? Şöyle toparlayayım o zaman:
Kilise, bırakın Kopernik’in kitabının başına gökkubbeyi çökertmesinden korkmayı, güneşin evrenin merkezinde bulunduğu tezini işleyen kitabın yayınını teşvik etmiş, dahası, iki Kardinal ve Papa, bazı çevrelerden, özellikle de felsefecilerden gelecek tenkidlere karşı kitaba dalgakıran olmayı kabul etmişlerdir!
Aynı şey Galile için de geçerlidir. Eğer o yıllarda Kilise’nin bilime hamilik yaptığını bilmezseniz Galile’nin hayat hikâyesini okurken onun Katolik din adamları ve kurumlarıyla nasıl bu kadar içli dışlı olduğuna şaşar kalırsınız. İşte dünyadaki en büyük Galile uzmanı Stillman Drake’in Galile ve Katolik Kilisesi hakkındaki sözleri:
Bana göre Katolik Kilisesi, her biri en az Galile kadar karmaşık olan yığınla fertten müteşekkildi. [Yani Kilise’ye mensup olmak ‘koyun’ olmak anlamına gelmiyordu, her birinin kendi şahsiyeti vardı- M.A.] Bunlar arasında [mahkemede] Galile aleyhindeki kararı imzalamayı reddeden 3 kardinal de vardır (toplam kardinal sayısı 10’du). Başı derde girdiği dönemlerde mahkeme bitinceye kadar Galile’yi evine davet eden de bir Başpiskoposdan başkası değildi. Aynı Başpiskopos, mahkemeden sonra da onun sağlığını ve muhtemelen hayatını kurtaran kişi olmuştur. Yazılarına ve eylemlerine aşina olduğum Katolik Kilisesi’ndeki her bir fert, en az Galile kadar makul ve tutarlı görünüyor bana.7
Drake bir başka yerde, yine sarsıcı bir tesbitte bulunuyor ve şunları söylüyor: “Galile laf olsun diye değil, samimi olarak Kilise’den duyduğu coşkudan (zeal) söz etmiş olup bu Katolik coşkusudur ki, onu cezalandırılsa dahi bazı risklere katlanmaya yöneltmiştir.”8 Yani Galile, Kilise ile çarpışmak bir yana, yaptığı buluşları yayınlama ve risk alma konusundaki cesaretini de Katoliklikten almıştır Drake’e göre. Nitekim daha 10 yaşlarındayken Floransa’da Camaldolese tarikatı keşişleriyle tıp tahsiline devam etmiş ve tam 7 yıl bu tarikatle ilişkisini devam ettirmiştir.9
Daha sonraki tahsil hayatında da çeşitli Cizvit rahipleri –ki bunlar matematik ve astronomi gibi çeşitli bilim dallarında otorite sahibi kimselerdi- ile tanışmış ve onlardan çok şeyler öğrenmiştir. Padua Üniversitesi’ndeki günlerinde de elyazması koleksiyoneri G. V. Pinelli’nin evinde, hayatının bundan sonraki kariyerinde önemli roller oynayacak olan iki din adamıyla karşılaşmıştır. Bunlardan Fra Paolo Sarpi, Venedik Cumhuriyeti’nin resmi ilahiyatçısıydı ve Galile’nin dalga teorisi ve düşen cisimler kanunu başta olmak üzere pek çok bilgiyi ondan aldığı biliniyor. Tanıştığı ikinci din adamı ise Bruno’yu yaktıran Engizisyon’un kardinallerinden, aynı zamanda matematik ve astronomi bilgini Kardinal Bellarmino idi. İki iyi dost olan Galile ve Bellarmino’nun yolları daha sonra sık sık kesişecektir. İleriki yıllarda Antonio Querengo gibi Kilise’nin imtiyazlı üyeleri de evlerini ve bilimsel aletlerini, kütüphanelerini açacaktır Galile’ye.
Listeyi uzatmanın alemi yok. Maksadımız, anlaşılmış olmalıdır. Galile, aslında Kilise’nin yanında, hatta içindeydi, yetişmesi ve eğitimi, buluşlarını gerçekleştirmesi ve ortaya koyması sırasında Kilise’nin adamlarının yardım ve desteklerini almış, hatta arkadaşlarından bazıları sonradan Papa bile olmuş ve ona yardım etmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Kendisi de son nefesine kadar Kiliseye ve Katolikliğe bağlı kalmış ve ‘Ne yapıyorsam dinim için yapıyorum’ demeye devam etmiştir. Üstelik bunu en “âsi” demlerinde olduğu kadar ölmeden önceki “nedâmet” günlerinde de söylemeye devam etmiştir.10
Yanlışlar sürüsü
Efsane efsaneyi üretmiş ve sonuçta bir sürü küçük efsanenin ortasında yükselen o görkemli “Galile efsanesi” yontulmuştur Aydınlanmış cahiliye çağının kafalarından. Hurafeye karşı isyan eden Aydınlanma, adeta lanetlenmiş gibi, bütün hurafeleri bir mıknatıs üzerine kabul etmiş gibidir.
Şimdi bu yanlışlara kısaca temas edelim.
- Galile’nin ortaya attığı görüşler yeni olmaktan uzaktı. Bu görüşler, Duhem’den beri biliyoruz ki, devrin bilim adamlarının meçhulü değildi. Ama henüz ispat edilememiş, o zamanın bilimsel verileriyle yeterince ikna edici biçimde sunulamamıştı. Galile’nin dünyanın döndüğü hakkındaki görüşü de, diğer görüşleri de kendisinden önce en az bir kişi tarafından savunulmuştu. Ancak bu “devrimler”, devrin bilimsel paradigması içindeki yerini almamış olup, Kuhn’un deyimiyle, rakip modellerden birisi konumundaydı. Çünkü kabul görebilmesi için devrin genel zihniyetine tercüme edilmesi veya bu kadar radikal bir görüşün kabul görebilmesi için yığınla bilginin silbaştan düzeltilmesi gerekiyordu. Bu da hiçbir zaman –şimdi bile- insanların zarafetle karşılayabilecekleri bir durum değildir. Nitekim Dr. Ziya Özel örneğini hatırlayın, adamın gösterdiği “bilimsel” deliller ve örnekleri, söyler söylemez hepimiz ağzımız bir karış açık kabul mü ettik, yoksa adama “şarlatan” deyip apar topar yurt dışına kaçmasına mı sebep olduk? Herkes oturup bu örneği düşünsün ve ondan sonra Galile’yi yargılayanları yargılasın.
- Kaldı ki Galile’nin icat ettiğini söylediği teleskop, o devrin insanına, bugün bize ifade ettiği kesinlik ve doğruluğu nasıl sunacaktı ki? Feyerabend bunun üzerinde ısrarla durmaktadır, çünkü henüz teleskobun “neyi” gösterdiğine ilişkin yaygın bir konsensus yoktur o zamanda. ‘Bak ve gör! Gördüğüm bir sürü ışık topları.’ Bunlar ne kadar bilimsel ve gerçek? Veya hem bilimsel, hem gerçek? Bunların bilimsel olduğuna kim karar verecektir sonra? Hangi otorite? Teleskop mu yoksa Galile mi? Feyerabend’i dinleyelim: “Teleskopla yapılan ilk gökyüzü gözlemleri bulanık, belirsiz, çelişkili, herkesin çıplak gözle gördüğüyle çatışan özellikler taşır.”11
- Galile, görüşlerinin tartışılmasına tahammül edemiyor, bir kere doğruyu söyledikten sonra herkesin ona iman etmesini istiyordu. Bir bakıma en az üniversitedeki dostlarının Aristo’yu tabulaştırmaları gibi, kendi görüşlerini tabulaştırıyordu. “Galile onları [ulaştığı sonuçları] başkalarına dayatabilmek istiyordu. Bu yönüyle günümüzdeki birçok bilim peygamberi kadar küstah, totaliter –ve dünyadan bihaberdi.”12 Bunu çağdaş bilim tarihçileri açıkça ve cesurca ifade ediyorlar. Mesela Hall Hellman, Kardinal Bellormino’nun Galile hakkındaki görüşlerini haklı bulmaktadır. Ona göre Galile’nin sunduğu kanıtlar, teleskobuyla yaptığı gözlemler “dünyanın güneş çevresinde dönüyor olabileceğini gösteriyor ancak hiçbir şekilde bunu kanıtlamıyordu.”13 Oysa Katolik Kilisesi içindeki dostları ve üniversitedeki arkadaşları Galile’ye, ‘Yavaş ol’ diyor ve görüşlerini bir hipotez olarak sunmasını rica ediyorlardı. Mesela Kardinal Bellarmino, bir dostuna yazdığı mektupta şu nazik satırları kaleme alıyordu: “Siz de, Bay Galile de, mutlak anlamda değil de, varsayımlar düzeyinde kalarak konuşmakla yetindiğiniz sürece basiretli bir davranış göstermiş olursunuz. Yerin hareketli ve güneşin hareketsiz olduğu varsayılarak tüm göksel olayların dışmerkezli ve çevre–merkezli çemberler teorisinden daha iyi açıklanabildiğini söylemek mükemmel bir sağgörülü konuşma örneğidir ve hiçbir sakınca yaratmaz.14” Dogmatik olan Galile midir yoksa Kardinal mi? Siz karar verin.
- Galile Aristo’ya karşı mıydı? Pek değil. Çünkü meşhur Diyaloglar kitabının başında bile Kopernik teorisini desteklemek için Aristo’nun argümanlarına sarılan da kendisinden başkası değildi. Ve kendisinin, pek çok çağdaşından daha fazla Aristocu olduğunu söylemişti bir keresinde. Aslında onun Aristo’ya karşı çıkması, bizatihi Aristo’ya değil, bilim alanında hakikatin tekeli olarak otoriteye karşı çıkmasının bir sonucuydu.15
- Ya Galile’nin kişiliğine ne buyurulur? Ben söylemiyorum, Marksist bilim tarihçisi J. D. Bernal söylüyor: “Galileo’nun bilim adamlığının yanı sıra iyi bir reklamcı olduğu da anlaşılıyor… “Dünyevi” konularla oldukça yakından ilgileniyor ve zaman zaman bunun yararını da görüyordu. Yaptığı teleskopu deniz savaşlarında kullanılmak üzere Venedik Senyörüne “armağan” eden Galileo bu armağanına karşılık kendisine sunulan 500 scudi’yi de geri çevirmemişti. Burada erken davranmış olmasının yararını gördüğünü söyleyebiliriz, zira… aradan bir yıl bile geçmeden Hollanda yapımı teleskoplar Venedik’te üç-beş scudi karşılığında satılmaya başlanmıştı.”16 Başka marifetleri de var üstadın. Mesela teleskobuyla bazı gezegenlerin uydularını bulduğunu söylüyor ve bunları, isimlerini gezegenlere vermek suretiyle Medici Dükü’ne armağan ediyor. Ondan gereken iltifatı göremeyince isimlerini silip yüklü bir iane kopartabileceğine inandığı başkalarının isimlerini yazıyor uyduların üzerine. Teleskobu kendisi icat etmediği halde Hollanda’dan getirtip pazarlaması, bu marifetinin yanında hiç kalır.
- Mahkemenin kapısından çıkarken, “Dünya yine de dönüyor!” dediği rivayeti ise katmerli bir yalan. Bunu bilim tarihçileri artık hoş bir benzetmeden öte bir değeri olmayan ve en az Galile’nin ölümünden 100 küsur yıl sonra, 1757’de bir gayretkeşin kitabında ortaya atılmış bir yakıştırma olarak değerlendiriyor ve mahkemeden çıkarken bu sözü duyan hiçbir kulak olmadığını, dahası, Galile’nin de içeride kendisini affettirmişken başına yeni bir bela almak isteyecek kadar aptal olmadığını ifade ediyorlar.17
- Galile’nin yargılanması dediğimiz hadise (1633’deki yargılama), aslında çoğu kendi dostlarından oluşan mahkeme üyelerinin, Galile’yi daha da büyüyebilecek olan bir tepki seline karşı koruma çabasının bir parçasıdır. Yani yargılama, Galile’yi süründürme, ona işkence etme ve yalvartma seanslarıyla geçmemiştir. Tersine, sözde bir yargılama oturumu yaparak Galile’yi özellikle üniversitelerdeki profesörlerin ve kilise mensupları ve sempatizanlarının hışmından korumaktı amaçları. İçeride Bellarmino gibi dostları kendisine ancak bir itirafname yazması ve imzalaması halinde dışarıdaki tepkiyi önleyebileceklerini tavsiye etmişler ve onu kollamışlardı. Nitekim ona verdikleri ceza da, bir soylunun evinde bir süre dinlenmesi ve 3 yıl boyunca haftada bir Kiliseye gelip Mezmur’dan pasajlar okumasından ibarettir! Verdikleri cezadan da belli değil mi yargılamanın göstermelik olduğu?
- İşkenceye tabi tutulduğu nasıl bir yalansa, hapse, hatta zindana atıldığı da o kadar büyük bir yalandır. Nitekim gerek yargılama sırasında kaldığı apartman dairesinin konforu, gerek bir süre kendisini ağırlayan Başpiskopos’un evindeki rahatı, gerekse kısa süren zorunlu misafirliği bitip de serbest bırakıldıktan sonra Floransa yakınlarındaki Villasında yaşadığı hayat, zindan efsanesinin de ne kadar çürük temeller üzerinde kurulduğunu yeterince gösteriyor sanırım.18
Galile Bombası mı yoksa Bombacı Galile mi?
Galile dosyasını bir modern efsane örneği olarak incelediğimiz bu yazımızı, Galile efsanesini günümüze taşıyan edebî bir bağlantıyla noktalamak istiyorum. Bu bağlantı, Bertolt Brecht’in Türkiye’de de defalarca sahnelenen Galileo’nun Hayatı adlı tiyatro eseriyle ilgilidir.
Brecht, bu eserini iki defa yazmıştır. Daha doğrusu 1939’daki ilk yazdığı haliyle 1955’de yazdığı son hali arasında dağlar kadar fark vardır ve taban tabana zıt iki Galile portresi sunar bize.
Brecht eserini 1938’de kaleme almaya başlamıştır. Tam o günlerde atomun parçalandığı haberi radyolarda çınlıyordu. Brecht, 1945’de Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarının atıldığını büyük bir yürek yangınıyla öğrendi; 1952’de ise ilk hidrojen bombasının patlatıldığını.
Galile’nin Hayatı’nın ilk versiyonu, bilimi ilerici akılcılığın ete kemiğe bürünmüş şekli ve faşizme karşı entelektüel direnişin kalesi olarak göstermeyi amaçlıyordu. Brecht’in ilk Galile portresi de bu fikrin bir uzantısı olarak entelektüellerin Nazi rejimine direnişlerini ve iktidarın fikir hürriyeti üzerinde kurmaya çalıştığı baskı karşısında direnen bir modern kahraman olarak sahnede yerini alıyordu.
Ne var ki eserinin İngilizce çevirisi üzerinde çalıştığı 6-9 Ağustos 1945’de atom bombalarının atıldığı haberleri, kafasını allak bullak etmiştir Brecht’in. Şunları düşünmüştür o meşum gece:
Birdenbire yeni fiziğin kurucusunun hayat hikâyesini farklı okumaya başladım. Dev bombanın cehennemî etkisi, Galile’nin çağının otoriteleriyle çatışması meselesini bana yepyeni, kılıçtan keskin bir ışık altında gösterdi.19
Bombalar Brecht’in beynine düşmüştür sanki. Galile’nin kendileriyle düşünce özgürlüğü için savaşmış olduğu söylenen otoriteler, sakın onu ahlakî ve toplumsal bağlama çekmeye ve bilim adamının kendisini bu değerlerden koparmasına mani olmaya çalışıyor olmasınlardı? “Saf bilim” diye bize yutturulan efsane, sakın toplumların, halkların, milletlerin, hatta aydınların kafa ve beden bağımsızlıklarını tehdit eden bir başka iktidarın, toplumdan kopartılmış bir başka baskı rejiminin ürettiği zulüm ideolojilerinin oyuncağı olmasındı? Galile’nin görüşlerinden caydığını söylemesi de bilim adamının zor karşısındaki bir başka kaypaklığı değil miydi? Hay Allah, bunu neden daha önce hiç düşünmemişti? Atom bombasını patlatarak milyonların ölümüne yol açan bilim adamları ile Galile’nin farkı neydi o zaman?
Böylece o kahraman, Aydınlık Savaşçısı Galile gitmiş, yerine yeni bilime ihanet etmiş bir başka Galile gelmiştir Brecht’in yeni versiyonunda. Galile, yaptığı hatayı anlamış ve sahnede insanlıktan özür diler gibi kısık bir sesle, bilimin, tabiatın kanunlarını keşfetmekten çok daha fazla bir şey olduğunu itiraf etmekte ve kendi saflığına acımaktadır.
Brecht’i uyandırmak için iki atom bombası yetmiştir. Peki bizim Galile, bilim ve modern dünya hakkındaki Ashab-ı Kehf uykumuzu bölmek için kaç atom bombası atılması gerekiyor dersiniz?
1. Nazan Bekiroğlu, Cümle Kapısı, İstanbul 2003, Timaş Yayınları (italikler bana ait- M.A.).
2. Cemal Yıldırım, Bilimin Öncüleri, 14. baskı, Ankara 1999, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s. 84-85. Galile’yi Mikelanj ile Newton arasındaki halka olarak ele alan bu ifadeyi yazar kaynak göstermeden Russell’dan almıştır. Ancak ufak bir makaslama ile. Russell bu ifadeyi, ona inananlarla dalga geçmek için kullanmış ve sonuna da şu alaycı cümleyi eklemiştir: “Ben bu olguları, hâlâ metampsikoza [ruhların bir bedenden diğerine hulûl ettiği öğretisine] inananlara (varsa tabii) emanet ediyorum.” Bkz. Bertrand Russell, History of Western Philosophy, Routledge 1996, s. 517.
3. Yıldırım, age, s. 91
4. Alexandre Koyré, Bilim Tarihi Yazıları I, Çeviren: Kurtuluş Dinçer, 2. baskı, Ankara 2000, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s. 51-52.
5. Federico Mayor ve Augusto Forti, Bilim ve İktidar, Çeviren: Mehmet Küçük, 2. baskı, Ankara 1997, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s. 25-26.
6. John D. Caputo, On Religion, Routledge 2001, s. 45.
7. Stillman Drake, Galileo, Oxford University Press, 1989, s. 4.
8. Drake, age, s. 5.
9. Drake, age, s. 21.
10. Stillman Drake, “Galileo Galilei”, Ed., Paul Edwards, The Encyclopaedia of Philosophy, c. III, New York 1972, Macmillan, s. 263.
11. Paul Feyerabend, Yönteme Hayır: Bir Anarşist Bilgi Kuramının Ana Hatları, Çeviren: Ahmet İnam, 2. baskı, İstanbul 1991, Ara Yayıncılık, s. 133.
12. Paul Feyerabend, Akla Veda, Çeviren: Ertuğrul Başer, İstanbul 1995, Ayrıntı Yayınları, s. 301.
13. Hall Hellman, Büyük Çekişmeler: Bilim Tarihinden Seçilmiş On Tartışma, Çeviren: Füsun Baytok, Ankara 2001, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s. 13.
14. Feyerabend, Akla Veda, s. 302.
15. Drake, “Galileo Galilei”, s. 264.
16. J. D. Bernal, Modern Çağ Öncesi Fizik, Çeviren: Deniz Yurtören, 4. baskı, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara 1996, s. 188-189.
17. Bkz. Stillman Drake, Galileo at Work: His Scientific Biography, Chicago University Press, 1978, s. 356 vd.’dan nakleden Richard H. Schlagel, From Myth to Modern Mind: A Study of the Origins and Growth of Scientific Thought, vol. II: Copernicus through Quantum Mechanics, Peter Lang, 1996, s. 168.
18. Willem B. Drees, Religion, Science and Naturalism, Cambridge University Press, 1998, s. 59.
19. Peter D. Smith, “Elective affinity: A Tale of two cultures”, Prometheus, Sayı: 04, 2000, s. 58.