Grotius’u Avrupalılara öğreten Osmanlı
Bilgi yoksunu bir ülkede fikir beyan etmek kadar haz verici bir duygu olamaz herhalde. Nasıl olsa kimse işin aslını faslını araştırmıyor. Asılın mancınığınıza asılabildiğiniz kadar; atış serbest! Hele de taşlarınızı yolladığınız hedef tarihse, kim tutabilir sizi.
Tabii bu hengâmede Süleyman Hayri Bolay hocanın “Osmanlılarda Düşünce Hayatı ve Felsefe” (Akçağ Yay., 2005) adlı kitabı gibi hakikaten emek mahsulü çalışmalar çöle düşen yağmur taneleri gibi buharlaşıp gidiyor ve meydan maalesef, “Osmanlı toplumu kapıkulu olduğu için düşünce yoktu” türünden zırvalara kalıyor.
Bir kere daha maalesef; çünkü bu beylik kanaat, bu şekliyle olmasa bile, hepimizin beyin damarlarında ve fikir genlerinde pervasızca dolaşmakta; hoşlanmayıp itiraz etmek istesek de, bir yerde teslim oluyoruz ortada dolanan lakırdılara ve ‘Osmanlı’da orijinal düşünür çıkmamıştı’ yaftasını tarihimizin boynuna asmak zorunda kalıyoruz. O akıl almaz seferleri düzenleyenler, bu uçsuz bucaksız coğrafyayı asırlarca yönetme ehliyetini sergilemiş olanlar (“Deli” sıfatını yakıştırdığımız Sultan İbrahim’in Türkiye’nin yaklaşık 30 katı büyüklüğündeki bir coğrafyayı, yani 30 tane Türkiye’yi yönettiğini unutmayalım!), başlı başına bir şehir demek olan Süleymaniye Külliyesi’ni inşa edenler, Karlofça’da Avusturyalılara coğrafya dersi verenler, bilimden ve fikirden nasipsiz olabilirler miydi hiç? Ya eserler ve olaylar yalan söylüyor ya da tarih.
Osmanlı’da sonun başlangıcı olarak anlatılan Karlofça’dan sonra Osmanlılar yeni mücadele stratejileri geliştirmiş ve kaybedilen toprakların nasıl geri alınacağı üzerinde gece gündüz kafa yormuşlardı. (Allah’tan bizim gibi yorgun bir ruha sahip değillerdi.) Bundan sonra her devletle teker teker hesaplaşılacaktı. Nitekim Karlofça’dan cebini doldurarak çıkmış olan Avusturya’ya karşı girişilen savaşlarda zafere ulaşılacak, 1739 Belgrad Antlaşması’yla, Karlofça’da kaybedilen toprakların bir kısmı, Mora yarımadası dahil, tekrar Osmanlı sınırlarına dönecektir.
1737’de barış görüşmelerine giden Osmanlı heyeti, Rusların şaşırtıcı talepleri karşısında şoke olurken, Avusturyalılar da şımarmıştı. Onlar da yeni toprak taleplerinde bulunmaya başlamış, Bosna’dan Vidin’e kadarki araziyi istemişlerdi. İleride sadrazam olacak Osmanlı heyeti reisi Koca Râgıb Paşa, teklifleri alıp İstanbul’a geldi ve ilgili devletlerin elçileriyle temasa geçti. Kendilerine bu taleplerin asla kabul edilmeyeceğini açıkça ifade etti. Ancak tarihçi Hammer’in verdiği bilgilere göre, görüşmeler sırasında Avrupalı elçilerin hiç beklemedikleri bir üslup kullanmıştı.
Neydi bu üslup? Paşamız, hem Kitâb-ı Mukaddes’ten, hem Kur’an-ı Kerim ile hadis-i şeriflerden alıntılar yapmış ve eklemişti: “Sizin önerdikleriniz Kitâb-ı Mukaddes’in de, Hugo Grotius’un da prensiplerine uygun düşmez”. Velhasıl onlara, ‘Kutsal kitaplara inanmıyorsanız bari kendi kaynaklarınıza sadık kalın’ uyarısında bulunmuştu.
İyi de bu ‘Avrupalı’ filozoftan Osmanlı paşasına ne? Öyle değil mi?
1) Râgıb Paşa 1699-1763 tarihleri arasında yaşamış, Divan şiirine Nâbî ile birlikte felsefî (hikemî) bir boyut katmış şair ve aydınlarımızdandır.
2) Grotius (1583-1645) Hollandalı bir filozoftur. Özelliği de, uluslararası hukuk alanında (özellikle sınır hukuku üzerinde) çalışan ilk önemli düşünürlerden olmasıdır. 3) Peki paşamız bu Avrupalı filozofun fikirlerinden nasıl haberdar olmuştur? Bu sorunun cevabını biraz açmamız lazım.
Ne var ki, Grotius’un İngiliz hayranlarından Edward Pocock’un (1604-1691) kim olduğunu bilmezsek bu bulmaca tadından çok şey yitirir. Pocock, din adamı olarak yetişmiş, üniversitede okumuş, sonra Halep’teki İngiliz tüccarlarına papaz olarak tayin edilmiş ve orada yaklaşık 6 yıl kalıp Arapça öğrenmiş, yüzlerce yazma eser toplayıp dönüşünde bu kitapları Oxford’a bağışlamış; ilk Arapça kürsüsünü kurmuş ve yıllarca Arapça ve İslamiyet hakkında ders vermiştir. Ünlü liberal filozof Locke’un da arkadaşıdır. Dahası, 1637-1640 yıllarında İstanbul’a elçilik görevlisi olarak gelmiş; ulemayla temas kurmuş ve dönüşünde yine sandık sandık yazma kitaplarımızı taşımış memleketine. İşte bu zat, Grotius’un Hıristiyanlıkla ilgili Latince bir kitabını Müslümanları yola getirir ümidiyle Arapçaya tercüme etmiş ve kitap, Oxford Üniversitesi tarafından Arap harfleriyle basılmıştır. (1660) İşte Râgıb Paşa ve etrafında hem Pocock’u tanıyanlar, hem de bu kitap vesilesiyle Grotius’un fikirlerine aşina olanlar bulunuyordu; dolayısıyla elçilerle müzakere ederken Grotius’un fikirlerini onlara hatırlatmaları gayet doğaldı.
Cevabını bekleyen bir soru kalıyor yine de: Pocock’un Arapçaya çevirdiği kitap Hıristiyanlığı savunan bir eserdi: Grotius’un sınır ihlalleri konusundaki eseri ise o yıllarda henüz Latincedir. Öyleyse Râgıb Paşa bu kitabı Latincesinden mi okumuştu? Orasını da siz çözün gayrı. Dibe vurdum çünkü…
Do you want Search?
Random Post
Search
previous