Hasan Sabbah’ın eylemlerini kiralık bir suikastçılığa indirgemek onu fazla küçümsemek olur. Zira Şiî âlimiydi, öğretisi vardı ve koskoca İmam Gazali’nin bu öğretiyi çürütmek için ciddiyetle bir risale kaleme aldığını bilmezsek daha çok havanda su döveriz.
Haşhaşiler kimlerdi ve gerçekte ne yapmak istemişlerdi?
Bu sırlı örgüt ve kanlı suikastları hakkında o kadar çok efsane imal edilmiştir ki, tarihin dokusuna kadar sızmış bulunan masalları hakikatinden ayırt etmek kolay değildir. Hele ki ülkemiz gibi tarihin temel bilgilerine aç bırakılmış bir ülkede hiç kolay değildir.
Yok Hasan Sabbah haşhaş (esrar) içirdiği fedailere ‘kartal yuvası’ Alamut Kalesi içinde cins cins meyveler ve güzel bakirelerin bulunduğu yalancı bir cennet kurmuş da, yok bu gençlerin beyinleri yıkandıktan sonra birilerini öldürmeye gönderilip efendileri uğruna öldürülürlerse yine ona döneceklermiş de, işleri güçleri muzırlıkmış da… Bunlar Haşhaşiliği kötülemek üzere çıkarılmış ama epeyce yaygın efsaneler.
Bunların bir de bilimsel kılıklıları var. Silvestre de Sacy ve Hammer gibi allâmeler kitaplarında öyle hayalî bir Haşhaşilik resmi çizmişlerdir ki, insan şaşırmaktadır. Peki bu muteber tarihçiler neden böyle bir yola başvurmuşlar?
En verimli çağında kaybettiğimiz İslâm tarihçisi Marshall Hodgson’a göre 1818 yılındaki yayınlarında Hammer olsun, de Sacy olsun o günlerde Avrupa’yı çalkalamakta olan Fransız Devrimi’ne karşı polemik yapan ve Haşhaşi liderlerini kötü gösteren suçlamalara ‘kasten’ inanıyorlardı. Düzenden yana olan muhafazakâr tarihçiler, toplumdan yükselen tepkiler ve halk hareketlerini Haşhaşilikle özdeşleştirip, onu, mevcut ‘devrimci’lere karşı silah olarak kullanıyorlardı. Araştırmaları bu güncel yorumun etkisindeydi. (İslam’ın Serüveni, İz: 1993, s. 60-63)
Bernard Lewis’e göre bu yaklaşım hiç de yeni değildir Avrupa’da. Daha 1332 yılında, Fransa Kralı VI. Philip’in Kutsal Beldeleri geri almaya karar verdiği bir sırada Brocardus isimli bir Alman papaz, Kral’a rehber olsun diye bir risale kaleme almış, tehlikelere dikkat çekmişti. Şöyle yazıyordu: “Haşhaşiler diye bir grup var ki, bilhassa lanetlenmeli ve kendisinden sakınılmalıdır. Kendilerini satarlar, gözlerini kan bürümüştür ve karşılığı ödendiğinde masum bir insanı dahi gözleri kapalı öldürürler. Şeytan misali (…) kendilerini melek gibi gösterirler…”
Böylece Batı’da masalları aratmayacak bir Haşhaşiler efsanesi doğmuş, işin ilginç tarafı, Çin’e gidip gitmediği bile tartışma konusu olan Marco Polo’nun hayalinden uydurdukları, hakikatin birebir kopyası olarak kabul edilmiştir. Üstelik İslâm âleminde ve üstelik günümüzde bile. Efsane bir kere yapıştı mı tarihin yakasına, kene yanında halt etmiştir.
Marco Polo’dan masallar
Bakın Marco Polo neler söylemiş Hasan Sabbah’ın fedaileri hakkında (B. Lewis’ten kısaltarak):
“Vadinin içini envai türlü meyvelerin yetiştiği, eşi benzeri görülmemiş güzellikte bir bahçeye çevirmiştir. İçerisine görkemli saraylar ve köşkler inşa ettirmiştir. Kanallardan şarap, süt ve bal akmaktadır. Dünya güzeli kadınların ve genç kızların ellerindeki çalgılardan en hoş tınılar, dudaklarından en hoş şarkılar dökülür, dans figürleri, izleyeni büyüler. Şeyhin gayesi, tebaasını öbür dünyada bir cennetin olmadığına inandırmaktır. Şeyh bir hükümdarın katlini isteyeceği vakit gence şöyle diyordu: ‘Git ve şunu öldür. Ölürsen seni cennete almaları için meleklerimi göndereceğim…”
Tabii ki böyle bir şey yoktu. Nitekim Alamut Kalesi’nde yapılan arkeolojik araştırmalar, görkemli denilebilecek bir tek saray kalıntısı olduğunu göstermekte. Lakin bir kere masallarla döllenen efsane bulutu sağanağa devam ediyor, günümüze dahi… O zaman gerçek ne?
Öncelikle şunu söyleyelim: Haşhaşiler veya Hasan Sabbah’ın fedaileri diye bilinen topluluk, tarihte görülmüş ilk “terörist” örgüttür (Lewis). Bu, şu anlama gelir: Bir inançları ve ideolojileri vardı ve bu uğurda önce ikna, sonra baskı, bunlar da kâr etmeyince engel olan emir, vezir, hükümdar kimse onu ortadan kaldırmayı hedefliyorlardı. Öyle zannedildiği gibi sırf muzırlık olsun diye canlı bomba gibi suikast timleri yetiştirip görevlendirmiyorlardı.
Selçukluların yaymaya kararlı oldukları Sünniliğin, Şiîliğin bir kolu olan kendi Nizari İsmailî akidelerine yaşayacak ve hatta nefes alacak yer bırakmayacağına inanıyor ve bu dalgayı engellemek için inançlarını yaymaya, yeni elemanlar ve emirler, hatta vezirler ve sultanlar bulmaya ve buna engel olacak Sünni alim ve yöneticilere güçlerini kabul ettirmek için var güçleriyle çalışıyorlardı.
Haşhaşiler gerçek İsmailî imameti ihya etmeyi hedefliyorlardı ve bu maksatla Alamut Kalesi’ni karargâh tutmuş, bilinçli olarak yetiştirdikleri dâîleri engel olarak gördükleri liderlerin üzerine salmışlardı. Hatta Sünni İslâm nizamını çökertme uğruna kimliklerini gizleyerek harekete geçen bu katiller, önemli kurbanların adlarının kaydedildiği bir “şeref defteri” bile tutarlarmış. Sünni İslâm dünyasının medar-ı iftiharı olan Nizamülmülk gibi bilge bir yöneticiyi bile gözlerini kırpmadan öldürmüşlerdi ki o, medrese sistemini biraz da halkın Haşhaşiler gibi rafızî (sapık) inançlara kapılmalarına mani olması ve Sünni inanç ve fıkhın sistemleştirilebilmesi maksadıyla kurmuştu.
Neden suikast?
Hasan Sabbah’ın eylemlerini kiralık bir suikastçiliğe indirgemek onu fazla küçümsemek olur. Zira bir Şiî âlimiydi, bir öğretisi vardı ve koskoca İmam Gazali’nin bu öğretiyi çürütmek için ciddiyetle bir risale kaleme aldığını bilmezsek daha çok havanda su döveriz. (İlim adamı olma yolundayken Haşhaşî olmasını sağlayan mürşidin adı Emire Zerrab’dır.)
Hodgson’ın dediği gibi tarihte suikastları ilk icad eden Hasan Sabbah değildi. Suikast zaten geçerli bir silahtı o devirde ama Haşhaşiler bu silahı, bürokrasinin kurumsallaşmadığı, henüz şahsî inisiyatiflerle yürütüldüğü bir dünyada kendilerine özel bir zarar veren veya davadan dönen alim veya yöneticilere yönelik planlı olarak kullandıkları için farklıydılar. İlginçtir, sıradan insanların kanını dökmekten kaçınıyorlardı. Ve suikastlar güçlerini göstermek maksadıyla halk içinde ve çarpıcı bir biçimde gerçekleştiriliyordu.
Ne ki, suikastların sayısı arttıkça korkup kendilerine yaklaşacağını ümit ettikleri halk, tam tersine onlardan uzaklaştı. Böylece toplumsal desteği kaybettiler. Belli kalelerde mahsur kaldılar. Nihayet Alamut Kalesi dahil İran’daki yapılanmalarının belini kırmak Moğol hükümdarı Hülagü’ye, Suriye’deki melanetlerine son vermek ise Memluk Sultanı Baybars’a nasip olacaktır. Son sözü bu konuda müstakil bir kitap yazmış bulunan (Kapı: 2007) Bernard Lewis’e bırakalım: “Haşişilerin tarihte bir eşi bulunmamaktadır. Nihai hedefleri Sünni İslâm’ın önünü kesip yok etmekti. Ancak mevcut düzeni yıkamamışlar, en ufak bir şehri dahi ellerinde tutamamışlardır.”
Hodgson’ın dediği gibi Haşhaşilik Sünni İslâm’ı gözden düşürmeye çalışırken tam tersine Şiî muhalefetini gözden düşürmek ve ılımlı insanların Sünni topluma sadakatlerini garanti etmiş oldular. Meydan okumalarıyla Gazalî’nin fikir sentezinin oluşmasına katkıları ise “el-Munkız”dan okunabilir. Tabii tersinden…
One Comment
Bülent Demirbek
2 Şubat 2014 at 17:14Haşhaşi’liğin örtülü tarihini okudum. Çok İstifade ettim. Bir düzeltmede bulunmak istiyorum. “Haşhaş” bildiğimiz afyondur. “haşhiş” ise esrar. Zannımca Hasan Sabbah müritlerine esrar değil,afyon kullandırıyordu. Hürmetlerimle.