“Hırçın Sezer”e veda
1993’ün başlarıydı. Osmanlı Ansiklopedisi’ni çıkartıyorduk Ağaç Yayıncılık’ta. “Minyatür”, “Soyutlama”, “Padişah Portreleri”, “Osmanlı Gravürleri” adlı yazılarla ansiklopedimizi renklendiren ve yalnızca sesinden tanıdığım Sezer Tansuğ’u görmeye gittim.
Galatasaray’daki bir pasajın bodrum katında ufak bir dükkânda karşıladı beni bu ufak tefek; ama delişmen bakışlı adam. Arkasında bir rafa dizdiği tabloları gösteriyor, bazen kalkıp o sıralar çıkarmakta olduğu bir sanat dergisinin eskizlerini önüme koyuyor, ara sıra kapının önünden geçenlere başıyla mütereddit selamlar yolluyordu.
Konu döndü dolaştı, o günlerin sıcak gündemini oluşturan Sivas olaylarına geldi. Birden o çekingen bakışlar kükredi; Aziz Nesin’e, bu milletin mukaddesatına saldırarak insanları kışkırttığı için ağız dolusu sövüp saymaya, diğer yandan da oteli yakanlara lanetler yağdırmaya başladı. Artık beni duymuyor, büyük bir öfke seli halinde memleketi bu hale getirenlere karşı köpürüyordu.
Doğrusu Sezer Tansuğ ile tartışmak mümkün olmadı benim için; ne o gün, ne de başka günler. Laikliğin Türkiye için en uygun çözüm, hatta bir “sentez” olduğunu dogmatik bir tutumla iddia ediyordu. Müslümanlığın Türkiye’ye mahsus çizgisinin nihaî terkibinin laiklik olduğunu söylüyordu. Ama bugün uygulanan “laiklik”in gerçek laiklik olmadığını da ekliyordu.
Biraz sonra fırtına birden dindi. Ve içeriye, birkaç yıl önce kaybettiğimiz ressam Cihat Burak girdi. Hiç unutmuyorum, eflatun rengi ipek bir gömlek giymişti. Gömlek, şişman gövdesinde âdeta parlıyordu. İki eski dostun müthiş renklilikteki sohbetini dinlemek benim için bir zevkti…
O gün iki Sezer Tansuğ’u birden görme fırsatım olmuştu.
Sonra yine zaman zaman uğradım yanına. 1996’da tarafımdan yayınlanan İstanbul Armağanı-2: Boğaziçi Medeniyeti’nde “Resimlerde Boğaziçi” adlı yazısını yayınlamıştım. Geçen yıl yayınlanan aynı dizinin üçüncü kitabında ise “İstanbul’un Sosyal Hayatındaki Değişimler ve Türk Resim Sanatına Yansımaları” başlıklı yazısını yayınlamak nasip oldu. 1995’ten beri ZAMAN’da sütundaştık kendisiyle. Nihayet yayıncı olarak büyük kısmı ZAMAN’da çıkan yazılarından oluşan Gelenek Işığında Çağdaş Sanat’ı kitaplaştırma çalışmalarıyla dostluğumuz sürdü ve giderek pekişti.
Gelenek Işığında Çağdaş Sanat yayınlanalı bir iki ay olmuştu ki bir telefon aldım kendisinden. Garip şeyler söylüyordu: Kitabının bir seyyar satıcı tarafından satılmasına sinirlenmiş, itham eder bir tarzda -benim sattırdığımı söylüyordu orada kitabını- yine o öfkeli ses tonuyla beni dinlemeden köpürüyordu. Bütün izah çabalarım bir sonuç vermedi ve biraz tatsız bir şekilde kapattık telefonu. Kafamda büyük bir soru işareti asılı kalmıştı: Bu Sezer Tansuğ, o Sezer Tansuğ olabilir miydi?
Derken bir gün İz Yayıncılık’a çıkageldi. Biraz keyifsiz gibiydi; buna mukabil rahatlamış, o hırçınlığı üzerinden uçup gitmişti sanki. Ne kitabının nasıl gittiğini sordu, ne de o seyyar kitapçıyı. Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ne gideceğini söylüyordu; baharın yaza döndüğü günler… Meğer bir rahatsızlığından dolayı film çektirmiş ve ciğerlerinde “bir şeyler” çıkmış. Hastaneye yatacağını haber verdi bir iki gün sonra. Daha sonra da Çapa’ya yatacağını. ZAMAN’daki arkadaşlarla Çapa’ya gittiğimizde bulamamıştık kendisini. Meğer evde kalmayı tercih etmiş. Sonra Heybeliada’da sanatoryuma giderken Bilgi Yayınevi’nden çıkan kitabını imzalayıp göndermiş: Değerli arkadaşım Mustafa Armağan için. 16.12.1997. Ve Hasan Keskin ile Ö. Faruk Şerifoğlu başta olmak üzere Kültür Servisi elemanlarının yakın takibinde geçen Vakıf Gureba Hastanesi’ndeki eriyiş dönemi. Nihayet akciğer kanserinin onu aramızdan almasından 15 gün kadar önceki Turgut Cansever’le birlikte kendisini son ziyaretimiz…
Bugün tek tesellim, Sezer Tansuğ adının ve mirasının bir vakıf tarafından yaşatılacak olması. Eserleriyle, hatıralarıyla, sevecenlik ve öfke panayırına dönüştürdüğü sohbetleriyle, bazen, hatta çoğu kez kırıcı olabilen eleştirileriyle hep hatırlanacak Sezer Tansuğ bu vakıf sayesinde.
Ahmet Oktay onun için “Hırçın Sezer” demişti; meğer dostları arasındaki nâmı da böyleymiş. Hatta 1976’da yayınlanan Sanatın Dili adlı kitabının arka kapağına yayıncı şu garip notu düşmüş: “Sezer Tansuğ, biraz hırçın, biraz da sert çıkışlı eleştirileriyle tanınan bir eleştirmenimizdir.”
Kimsenin hücum etmeye cesaret edemediği “yeldeğirmenleri”ni ömrü boyunca hedef seçmiş bir Don Kişot idi o. (Burada Don Kişot’u zannedilenin aksine olumlu bir anlamda kullandığımı belirteyim.)
Yalnız yaşadı, yalnız savaştı ve yalnızlığı içine gömüldü Sezer Tansuğ. Ama eserleri yaşamaya devam edecek bundan sonra da.
Hakk rahmet eyleye!
20 Mart 1998, Cuma