Saddam Hüseyin’in idam edilmesi bu ceza yöntemiyle ilgili tartışmaları alevlendirirken idama karşı olan bir padişahı hatırlamakta fayda var.
SADDAM Hüseyin’in Kurban Bayramı’nın ilk gününün şafak vakti idamı, ardından da ölüm anlarının saniye saniye evlerimize vızır vızır servis edilmesi, ister istemez idam olgusunu yeniden düşünmemize yol açtı. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılmasından tutun da idam cezasının şart olup olmadığıyla ilgili bir tartışma cangılına dalmış olduk, 2006’nın son gününden itibaren.
600 küsur yıllık Osmanlı tarihinde çok sayıda idam infaz edilmiştir ama bir padişah vardı ki, idama karşıydı. İdam dosyalarını birkaç istisnasıyla ya tekrar görüşülmesi için geri gönderiyor ya da müebbet hapse çeviriyordu.
Kimdi bu padişah?
Aslında çoğu düşmanları tarafından yazılmış kitaplara bakılırsa, adı Kızıl Sultan’a çıkmış, tarihçilerin gözünde aforoz edilmiştir. Mesela tescilli bir Mason olan ve bunu kitaplarında açıkça beyan eden Paul de Regla, hızını alamayıp, onun için, ‘Öylesi bir cinayet labirentine ve keyfi eylemlere daldı ki’ demiştir, ‘Bütün bunlar Padişahın saltanat dönemine silinmeyen bir damga bastı.’
Adı yalnız Kızıl Sultan değil, Lanetli Sultan, Kanlı Sultan, Büyük Katil gibi vahşet çağrışımlı sıfatlara da açılıyordu.
Tarihin vicdanı diye bir şey var mıdır bilmiyorum ama varsa eğer, bu sıfatlar karşısında mutlaka kanamalıdır. Saltanatı boyunca siyasî hiçbir idam hükmünü onaylamayan bir padişah hakkında Harbiye öğrencilerini toplatıp denize attırdığından sekso-manyaklığına kadar yığınla efsane üretilmiştir. 1909’da tahttan indirildikten sonra, tıpkı Bush’un Irak’ta başına geldiği gibi, İttihatçılar, ne kadar uğraşsalar da aleyhte tek bir kanıt bulamamanın sıkıntısını yaşadılar yıllarca.
Ancak tarih, onu aklamakta hiç acele etmedi. 20. yüzyılın ikinci yarısı, derinden akan sular gibi aklandığına dair belgelerle doldurup taşıracaktı kütüphaneleri. Gelin o tanıklıklara çevirelim kulaklarımızı ve bu Canavar Sultanı eski başbakan ve cumhurbaşkanlarımızdan Celal Bayar’ın nasıl anlattığını dinleyelim:
‘Kendisine muhalefet eden hakimlere, davaya ve mahkemenin kararlarına karşı hiçbir hareket ve teşebbüste bulunmamıştır. Esasen adlî ve kazáâ hakkına bağlı işlerin sorumluluğunu, Adliye Názırı Abdurrahman Paşa’ya bırakmıştı. Adliye işlerine karışmazdı. Abdurrahman Paşa da bu konuda ziyadesiyle dikkatli ve ciddi idi. Müdahale, kimden ve nereden gelirse gelsin asla kabul etmez, reddederdi. O da Paşa’nın bu hareketini takdirle karşılardı. Bu yüzden Abdurrahman Paşa zamanının adliyesi ve kaza organlarının başında bulunan hakimleri, vasıfları ve feragatleri bakımından, bugün için dahi aranacak değerli şahsiyetlerdi. O idamlardan hoşlanmazdı.’ (Celal Bayar, Ben de Yazdım, cilt 5, İstanbul 1986, s. 205.)
Artık merakınızı giderme vakti geldi. Yukarıya ‘O’ diye aldığım şahsın adı, Sultan II. Abdülhamid’dir ve tahttan indirilmesinin üzerinden yaklaşık yüz yıl geçmesine rağmen, dostları ile düşmanları savaş halindedir. Tam da bu yüzden günümüz üzerindeki etkilerini, ortalıktaki toz dumandan görmeyi başaramıyoruz ya zaten.
Mesela farkında değiliz ama Adalet Bakanı’nın hükümet protokolündeki sırası dahi onun eseridir. Çünkü Adalete ve Abdurrahman Paşa’ya çok önem vermişti. İşte sırf bu yüzden imparatorluk protokolünde Milli Savunma Bakanı’nın (Harbiye Nazırı’nın) önüne alınmıştır Adalet Bakanı (Adliye Nazırı). Ve bu değişiklik, yüz yıl geçtiği halde günümüzde de devam etmektedir. (Yılmaz Öztuna, Tarih Sohbetleri I, İstanbul 1998, Ötüken, s. 206-207.)
Tek adam yönetimiyle ilgili eleştirebilirsiniz Abdülhamid’i. Her işe maydanoz olduğu için hiciv oklarınızı yollayabilirsiniz kendisine. Bütün atamalara karıştığından dolayı illet olarak da görebilirsiniz onu. Ancak adalet konusunda çok hassas olduğu inkár edilemez. Hákimlerin tayinine karışmadığı gibi, ünlü hafiyeleri, mahkemeler ve hákimler hakkında jurnal veremezlerdi. Namık Kemal’in deyişiyle istiklál-i mehákim, yani yargı bağımsızlığı, kurduğu rejimin esaslarından biridir.
Devrinde pek çok iç ve dış kökenli olay patlak verdiği halde siyasî suçlulara karşı müsamahalı davranışı çok dikkat çekicidir. ‘Yargının bağımsızlığını bir Tanzimat ilkesi olarak sonuna kadar savunmasıyla mahkemelerden çıkan idam hükümlerini onaylamakta gösterdiği müşkülpesentlik çelişki oluşturmuyor mu?’ diye bir soru gelebilir aklınıza. Haklısınız, bir çelişki var gibi görünüyor. Hatta bu durumun, zamanın Adalet Bakanı’nı da rahatsız ettiğini biliyoruz. Saraya onanması için gönderilen idam kararlarının sürekli müebbede çevrilmesi karşısında adaletlerine güvenilmediğini düşünerek istifa etmek isteyen bakan Abdurrahman Paşa’ya şöyle dediğini biliyoruz Abdülhamid’in:
‘Hakimler de insan oldukları için hata yapabilirler. Diğer konularda değil ama idam gibi geri dönülmesi mümkün olmayan ve insan hayatını ilgilendiren bir konuda hata yapılmış olması ihtimali beni korkutuyor. Sonradan pişman olabileceğimiz bir hatadan dolayı vicdan azabı çekmektense idam cezalarını affetmeyi tercih ediyorum.’
ÖLDÜREMEYİNCE HİZMET ETTİ
Padişahın bu makul gerekçesi karşısında Adalet Bakanı istifasını geri almak zorunda kalmıştır.
Abdülhamid döneminde hiç kimse idam edilmedi mi? Adi suçlulardan idam edilenler olmuştur. Ne var ki, bunlar da bir elin parmakları sayısıncadır. 30 küsur yıl boyunca 11 idam cezası; düşünün sırf Menemen olayında 36 idam cezası verilmişti. Bu 11 idamın da çoğu anne baba katillerine verilmiştir. Bir de durduk yerde sarayda bir arkadaşını öldüren Harem Ağası’nın idamını, kötü örnek olmaması için imzalamıştır.
Bunların haricinde kendisine bomba atarak öldürmek isteyeni dahi affettiğini biliyoruz. 1905 yılında cuma namazı kılmak için Yıldız Camii’ne gelen Abdülhamid’i cami çıkışında Şeyhülislam durdurmuş ve Mekke’den gelmiş bir misafiri takdim etmiştir. Bu kısa fasıla, Belçika’dan gelen profesyonel suikastçının planlarını bozmuş ve saatli bomba erken patlamış, 28 kişi ölmüş, 56 kişi de yaralanmıştır. Modern tarihimizin gerçekleşmiş en büyük suikast girişiminde elebaşılar yakalanmış ve mahkemede yargılanmıştır. Karar, idamdır.
Ancak Sultan Abdülhamid, kararı, yeniden görüşülmesi isteğiyle geri göndermiştir. Mahkeme yeniden toplanmış ne var ki, karar değişmemiştir. Masasına tekrar giden idam kararı, bu defa hiç kimsenin tahmin edemeyeceği şekilde müebbet hapse çevrilmemiş; doğrudan doğruya affedilmiştir!
‘Nasıl yani? Kendisine bomba atanı da mı affetmişti?’ dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet Sultan suikastçı Jorris’i affetmiş, bununla da yetinmeyerek iş teklifinde bulunmuştur.
Mabeyn Başkátibi Tahsin Paşa’nın da hayretle aktardığına göre, Jorris Avrupa’daki Ermeni komitacıların aleyhine çalışmak ve bunların hal ve hareketleri hakkında padişaha bilgi sızdırmak üzere para karşılığı, cebine 500 altın harcırah konularak Abdülhamid’in hizmetine girmiştir. Kendisini öldürmeye kastetmiş adamı idamdan kurtardığı yetmiyormuş gibi, bir de kendi hizmetinde kullanmayı akıl eden bir devlet adamına biz de kalkmış Kızıl Sultan veya Büyük Katil diyoruz.
Peki kim kazançlı çıkıyor bu suçlamadan?
Şair Tevfik Fikret bu zehirlenen neslin temsilcilerinden birisi sıfatıyla yazdığı şiirde (Bir Lahza-i Teahhur) suikastçının hedefini vuramaması karşısında kahrolmuş ve üzüntüsünü,
‘Ey şanlı avcı, dámını beyhude kurmadın, Attın fakat yazık ki yazıklar ki vurmadın’
dizeleriyle dile getirmişti. Tabii aynı Tevfik Fikret’in, gençliğinde aynı Sultan’a övgüler düzdüğünü hatırlamak bize hüzün veriyor ve aydınlarımızın bu deplasmanı daha ne kadar sürecek diye düşünüyoruz. Gerçekten de bitecek mi bu deplasmanımız? Kendi sahamıza dönüş umudumuz hangi FIFA kararına ertelenmiştir dersiniz?
Kendi canına kasteden bir idamlığı dahi affeden Kızıl Sultan portresini hafızamızda asacak münasip bir yer bulacağımız günlere kadar bu bocalamalarımız devam edecektir korkarım.
Salih MERCAN