İkinci zaman”ın saltanatı
Bursa ile ilk karşılaşmam gerçi 1967 yılının ağır rutubet kokan bir Ağustos gününe denk gelir; ama onu asıl, koynunda çocukluktan gençliğe doğru hızla yol aldığım o baş döndürücü sath-ı mailden çıkıp Dersaadet’in kapılarını çaldıktan sonra keşfedebildiğimi itiraf etmek durumundayım. Garip bir şey belki; ama hayatımın en renkli, en serazad ve masallara gömülü devresini geçirdiğim bu anne-şehrim , gurbette açmıştır kendisini bana. Benim Bursa’m ben daha kendisinden ayrılmadan, 80’li yılların başından itibaren gurbete çıkmış ve yerini, adı Bursa olan; ama asıl Bursa’nın hafriyatının sürekli şehir dışına taşınıp döküldüğü ve yerine yerküre üzerinde benzerlerine binlerce şehirde tanık olunabilecek çirkinlik ve kötülükte beton devlerin dikildiği bir ucubeye bırakmaya başlamıştı.
Kader ikimizi de gurbette tekrar buluşturdu. Bu defaki karşılaşmamız daha dostane, daha sevecen ve sıcak bir diyaloğa dönüşüverdi kısa bir zamanda. Ona soracaklarım vardı. Sordum. Sordum. Cevapladı üşenmeden. Sonra da o bana sorular sordu. Dedi ki mesela, ‘Hani o Bakırcılar Kapalıçarşısı’nın altında, meydanlıkta oturduğunuz evi hatırlıyor musun? Ya geceleri camsız penceresinde mumlar yanan yatırı; acayip kokuları etrafa yayılan ‘Kalaycı’nın yüzünü; iki hanı birbirine bağlayan ve yolun üzerini birkaç metre kapayan kabaltı’nın karanlığını? Demircilerden gelen örs ve çekiç tiktaklarını, karpit kokularını, kundura imalatçılarının kullandıktan sonra sokaklara attıkları boyu metrelerce uzayan yaldız şeritlerini, odanızın doğrudan duvarlarına yapılmış deniz manzaralı resimleri?..
Nasıl olurdu da, koskoca Bursa benim minnacık hayatımı bu kadar ayrıntısıyla bilebilirdi?
Bir davet vardı şüphesiz bu sözlerde; Bursa’nın daveti.
“Ey şehir! Şehir!” diye mi seslenmişti Ingeborg Bachmann, çocukluğunu geçirdiği şehre? Şöyle mi sürdürmüştü sözlerini: “Kınakına ağaçlarıyla kucak kucağa şehir. Bütün kökler sendedir.”
Bu “Bütün kökler sendedir” cümlesi kadar benim Bursa ile “gurbette” yeniden karşılaşmamı ve onun nabzında yeniden yaşamaya başlamamı özetleyen başka söz zor bulunur.
Gerek Abdülhak Şinasi Hisar’ın, gerekse A. Hamdi Tanpınar’ın“mazi” karşısında, yitik zaman karşısında takındıkları tavır, çoğunlukla zannedildiğinin aksine hayıflanıcı değil, yeniden üretici bir tavırdır. O muhteşem fasıllar yitip gitmiştir sıradan akrep ve yelkovan kovalamacası içinde ele alınırsa. Fakat canalıcı soru şudur: Saatleri geri çevirmenin muhal olduğu bilindiğine göre mazi nasıl olup da bizden hiç ayrılmıyor; hafızamıza bir tür astar olup yapışabiliyor ve kendisine bildiğimizden, yaşadığımızdan ayrı, bambaşka bir var olma düzlemi oluşturabiliyor? Nasıl? Tanpınar’ın cümleleriyle söylersek A.Ş.Hisar’a göre “Asıl bizim olan, bize sadık şekilde bağlı olan, bizi bizde ve bizim için saklayan” bir geçmiş zaman vardır. Boğaziçi Mehtapları’nın sonunu teşkil eden “kozmik rüya” bu mazi şuurunu büsbütün derinleştirir; hatıralar Boğaziçi’nin yani başında bir tür ebediyet kazanır.
Geçmiş zaman, yalnızca saatin zembereğinde başlayıp orada bitmiş olan bir “masal” değildir . Değil mi ki bir defa var olmuşturo zamanlar, hatıralara, şiirlere, duygulara, sayfalara, taşa, mermere, toprağa, çiniye, minareye, kubbeye, köprü ve yollara, ağaç ve kuşlara, suya, surlara, ilahi ve şiire ve daha kim bilir hangi eşyaya ve hangi mahrem hafızaya bir kere sinmiştir, o bizim normal zamanın haricinde ayrı bir varlık kazanmış, kendi varlığınıbelki bizim zamanımızın yanı başında, sadece sırrına agah olmak isteyenlere açmayı beklemeye koyulmuştur. Tanpınar’ın sözünü ettiği “ikinci zaman”dır bu.
İşte o “ikinci zaman”da buluşmuştum Bursa’yla; gurbette, kendi hafızama kazınmış olan ikinci zaman ile Bursa’nın o engin, uçsuzbucaksız hafızasındaki mekanlar, isimler, zamanlar, olaylar.. birbirine iyice karıştığı bir sırada yazdığım yazıların bir kitap bağımsızlığına doğru ilerlediğini fark ettiğimde tarihler 1998’i gösteriyordu. Uyanmıştım.