Vaktiyle bir televizyon programında, İstiklal Mahkemeleri kararlarının haklılığını savunan Kemalist muhatabıma, kendisinin bu mahkemede yargılanmak isteyip istemeyeceğini sormuştum. Neyse ki, gaza gelip istiyorum diyememişti. Madem o kadar âdil bir mahkemeydi, o zaman neden kendiniz orada yargılanmak istemiyorsunuz? Sorusu bir ölçüde empati yapmasını sağlamıştı.
Türkiye sağlıklı bir akla sahip olacaksa her normal ülke gibi hafızasındaki karanlık kısımları aydınlatmak ve geçmişiyle bir şekilde yüzleşmek zorundadır. Tarihiyle barışmanın bilinen başka bir yolu yok çünkü.
Bazıları bizim gibi tarih araştırmacılarının yazıp konuştuklarına kızıp köpürse de, şunu söyleyelim ki, bizim gayemiz, tarihin normale dönmesini temindir.
Hızlı devrim dönemlerinde ‘anormal tarihler’ yazmanın istisna değil, kural olduğunu Fransız veya Bolşevik İhtilali sonrasında yapılanlar yeterince ortaya koyacak zenginliktedir. Türkiye’de istisnai olan nokta, diğerlerinde aradan makul bir süre geçtikten sonra ‘anormal tarihler’in sorgulanmasına bir buket çiçekle karşılık verilirken bizde defans hattının iyiden iyiye katılaşması, ‘top geçer, adam geçmez’ mantığının hâlâ makbul tutulması hatta baş tacı ediliyor olmasıdır. Bu apolojetik, yani savunmacı yoz tarih anlayışı terk edilmeden de yakın tarih üzerine tartışmaların bitmesi mümkün değildir.
Sebebi açık: Tarihin “Tarih” olmasına izin verilmiyor da ondan. ‘Tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar önemlidir’, diyor birileri. 1930’ların anormal tarihi, bir asırda zaman donmuş, akademiler bilgi üretmemiş ve hiçbir şey değişmemiş gibi kayıtsızca hareket eden sanal bir dünya kurmuş, onun içerisinde düğün dernek gidiyor.
Lakin aradan geçen asırda Yugoslavya ve Sovyetler Birliği gibi koca devletler yıkılıp yeni devletler kuruldu, tarih ilmi kaç çağ atladı, 30’larda tek üniversitesi bulunan Türkiye’de yaşayanlar bugün artık üniversite sayısını aklında tutamıyor. Okur-yazarlık yüzde 90’ı geçti. Trafikteki toplam araba sayısı 27 milyon adede yaklaştı… Gelin görün ki, tarihimiz hâlâ 1930 model. Üstelik bu köhnemiş tarihin eleştirisi istenmiyor, resmi tarih kutsanıyor. Tarihin bilgi içeriği sıfıra doğru inerken yerini gaz dolduruyor.
Böyle bir ülkede tarihçiliğin nal toplamasından daha normal ne olabilir ki? Hem İskilipli Atıf Hoca örneği taş gibi karşımızda dururken fazla söze ne hacet.
İstiklal Mahkemeleri’ne
dair üç yayın
Bundan üç yıl sonra, İstiklal Mahkemesi tarafından 4 Şubat 1926’daki idamının üzerinden tam bir asır geçmiş olacak Atıf Hoca’nın. Samanlıkta iğne arar gibiyiz. Nihayet TBMM Başkanlığı İkinci Dönem Ankara İstiklal Mahkemesi karar defterlerini 2020 yılında yayımlamasa pek çok sır ortaya çıkmak için kim bilir daha ne kadar beklemek zorunda kalacaktı. Sorgu tutanaklarına, mahkemedeki müdafaalara internet ortamında ulaşılıyor olması da bir şans. Velhasıl hâlâ tarihçilere büyük iş düşüyor.
ÖNE ÇIKAN VİDEO
Burada iki önemli yayından bahsetmem gerekir. İlki, rahmetli dostlarım Ahmed Nedim Bey ve İsmet Uçma’nın cesaretiyle İşaret Yayınları’nca 1993’te basılan Ankara İstiklâl Mahkemesi Zabıtları-1926 adlı zabıtların fotokopilerini de ihtiva eden çalışma, TBMM neşriyatına rağmen tutanakların orijinallerini içerdiği için hâlâ ana kaynağımız.
İkincisi ise rahmetli Erol Şadi Erdinç’in Ankara İstiklal Mahkemesi’nin bu defa İttihatçıların yargılanmasıyla ilgili kısmını Ankara İstiklâl Mahkemesi ve Siyasî Yargılama adıyla yayımlaması (2018, Türkiye İş Bankası Yayınları). Atıf Hoca ile ilgili değil ama yine de mahkeme tutanaklarının tam metin olarak Latin harflerine çevrilmiş olması son derece değerli.
Resmi ideoloji ve tarihin bütün direnişine rağmen surda gediklerin açılabilmiş olması bu yazının verebileceği asgari müjdeyi oluşturuyor.
Bitmez, tükenmez iftiralar
Tutanaklar ve karar defterleri ortaya çıkınca resmi tarih silahşorları baktı ki yargılama ve idamların hukuken iler tutar yanı yok, bu hukuksuzluğu örtbas etmek gayretiyle İskilipli Atıf Hoca’nın aslında şapkadan dolayı değil, İstiklal Savaşı aleyhine bildiri yayınladığı için asıldığını iddia etmeye başladı. Zira Atıf Hoca Şapka Kanunu çıkmadan 1,5 yıl önce bastırdığı Şapka ve Frenk Mukallitliği adlı kitapçığın şapka isyanının cereyan ettiği bölgede okutulduğu iddiasıyla(!) suçlanıyordu. Bir insanın yazdığı kitap falan yerde okutuluyor diye suçlanmasını, en başta hukukun temel kaidesi olan “Kanunlar mâkabline şâmil olmaz” yani kanunlar çıkmasından önceki devir için geçerli değildir, şeklindeki ana umdeye aykırıydı.
Böylesine hukukla en ufak bir ilgisi bulunmayan bir kararı savunamayacaklarını gören silahşorlar bu defa başka bir silaha sarıldı ve ‘Efendim, İskilipli Atıf Hoca o suçtan değil, İstiklal Savaşı sırasında Hoca’nın ikinci başkanı olduğu Teâli-i İslam Cemiyeti’nin yayınladığı Milli Mücadele aleyhine bildirinin Yunan uçakları tarafından halka atılmasından dolayı, yani vatana ihanetten asıldı’ demeye başladı. Zavallılık mı tilkilik mi? Siz karar verin.
Kaldı ki böyle bir bildirinin altında imzası bulunmadığını hem kendisi, hem de dostu Tahirü’l-Mevlevi bizzat mahkemede açıklamıştı. Teâli-i İslam Cemiyeti’nin başkanı Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin bir oldubittiyle, cemiyet yönetiminin rızası olmadan ve mührü basılmadan bir bildiri hazırlattığını, buna kendisinin ve üyelerin katılmadığını, böyle bir kararın alınmadığını, zaten haberin çıktığı günün ertesinde bunu Vakitgazetesinin 1034 sayılı nüshasında tekzip ettiğini göstererek bildiriyle hiçbir alakası bulunmadığını ispatlamıştı.
Nitekim verilen kararda “Türk Ceza Kanunu’nun 45 ve 55. maddeleri gereği asılarak idamlarına…” diyor ki 55. madde “Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasasını tamamen veya kısmen değiştirme”den idamı emreder. Bildiri atma hadisesinin cereyan ettiği 1920 yılında ne TC vardı ne de 1926’da yürürlükte olan Anayasa! 1920 yılındaki bildiri nasıl olup da 1923 yılında kurulan devleti ve 1924’te yürürlüğe giren Anayasayı tamamen veya kısmen değiştirecekti ki? Akıl nerde, devlet orda!
Diyelim ki, Atıf Hoca savaş yıllarında bir suç işledi, Lozan’da 150’likler haricindeki bütün savaş suçluları affedilmemiş miydi? Bu 150 kişi dışındakilere hesap sorulması Lozan’a aykırıydı zaten. Lozan’ı deldirmem diyenler bu maddeyi nasıl deldi peki? Ayrıca ceza verilecek idiyse 1923’ten 1926’ya kadar neden beklendi? Dahası devlet yıllarca kin tutup vereceği cezayı başka bir suçun ardına gizlerse bunun adı adalet olur mu?
Atıf Hoca’nın Milli Mücadele’ye karşı bildiri yayınladığı için asıldığı yalanına yapışanlar, bununla farkına varmadan İstiklal Mahkemelerinin hukuk dışı ve siyasî mahkemeler olduğuna kendilerinin de inandığını söylemiş oluyor. Biz de başka bir şey mi söylüyoruz zaten?