İspanyol kültüründe İslam damgası
Juan Goytisolo, kendisini “göçebe bir derviş” olarak gören çağımızın dürüst, namuslu ve dobra aydınlarından biri. 1931’de İspanya’da doğmuş; ama General Franco yüzünden, pek çok hemşehrisi aydın gibi İspanya’yı terk etmek zorunda kalmış; uzun yıllar yurdundan uzakta, New York’tan Paris’e kadar Batı ve Merakeş’ten Erzurum’a kadar pek çok Doğu şehrini gezmiş, Batı’dan farklı olan Doğu’nun bu “alternatif” kültürlerini tanımaya adamış hayatını.
Bu yüzden İspanya’nın hamurundaki İslami izleri, Doğu ve Mağrip topraklarında yeniden keşfe koyulmuş ilginç bir melez aydın tipini temsil ediyor günümüzde Juan Goytisolo.
Bu “küskün İspanyol”, kendisine ait hoş bir deyişiyle, bu “başka bir şey olamayacağı için İspanyol olan bir İspanyol”, gerçekte ülkesinin, tarihinde Müslümanlar zamanında yakaladığı hoşgörü ve özgürlük ortamını aramaktadır hasretle. Endülüs Müslümanları zamanında, Avrupa gerçek Orta Çağ karanlığını yaşarken, ülkesinin yaşadığı üç kültürlü dönemi özlemektedir; Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Musevilerin barış içerisinde bir arada yaşadıkları yıllar, ne yazık ki, son Müslüman sultanlığı olan Gırnata düşürüldükten sonra İspanya toprağına bir daha uğramayacaktır. Müslümanlar ya öldürülmüş, ya sürgün edilmiş, yahut Hıristiyanlaştırılmıştır. Museviler ise II. Bayezid zamanında ülkesinden kovulmuşlardır. Bunun sonucunda İspanyol kültürü, 16. yüzyılda Amerikan altınlarının tufanı altında bir parlama dönemi yaşayacak; ancak kültürel damarları kuruduğu için kısa sürede içine kapanacak, bir asır sonra yavaş yavaş gerileyecektir.
Kendisini “ruhen Mevlevi” hissettiğini söyleyen ve Mevlana hakkında bir belgesel de hazırlayan Goytisolo’nun, Batı kültüründen hiç mi hiç umudu yoktur. Batı, ona göre, tükenmiştir. İnsanlığa yeni bir açılım getirme kudretinden mahrumdur artık. Durağanlaşmış ve neredeyse bu durağanlık bütün Avrupa’yı bir Mumyalar Müzesi’ne dönüştürmüştür.
Bu yüzden Merakeş’e yerleşmiştir; bu yüzdendir Avrupa’nın mumyalaşmış kültüründen Fas’ın, İstanbul’un cıvıl cıvıl, hayat dolu sinesine gömülmek için yanıp tutuşması.
Kendisiyle Nedim Gürsel’in yaptığı bir söyleşide ilginç düşünceler serdediyor. Buyrun, beraber okuyalım:
“Katolik krallar döneminden beri İspanya, Batılı bir ülke sayılagelmiştir. Ama bizim tümüyle Batılı bir toplum olmadığımız da gerçek. İspanya tarihinde Yahudi ve İslam kültürlerinin etkileri çok derin izler bırakmıştır. Bu izleri yok sayıp Avrupa’ya yöneldik ve sonunda Avrupa ile bütünleştik. Ama bugün, kültürel ve etnik açıdan, gerçek anlamda melez bir ülkeyiz. Aklı başında hiç kimse bunun tersini iddia edemez. Örneğin edebiyatımız uzun yıllar Batı’nın değil İslam’ın etkisi altında kaldı. Yalnızca edebiyatımız mı? Dilimiz de Arapçanın etkisinde gelişti. Bu etkilenme Cervantes’de, San Juan de la Cruz’nun şiirlerinde bile görülür. Cruz’nun şiirlerini Batı edebiyatının değil, İbn Arabi, Hallac-ı Mansur, İbnu’l-Ferid gibi İslam tasavvuf edebiyatı temsilcilerinin ışığında anlayıp çözümlemek mümkün olabilir ancak.”
Goytisolo’nun bu zengin dünyasına zaman zaman başvuracağız nasip olursa…
Not: Goytisolo hakkında ülkemizde yayımlanan tek kitap, Neyire Gül Işık’ın derlediği Yeryüzünde Bir Sürgün (Metis Yayınları, 1992) adlı kendi yazılarından oluşan derlemedir. Nedim Gürsel’in kendisiyle yaptığı röportaj ise Yüzyıl Biterken (Kavram Yayınları 1999) adlı kitapta yer almaktadır. Bu arada Gül Işık’ın İspanya: Bir Başka Avrupa (Metis, 1991) ve Cemal Bali Akal’ın Modern Düşüncenin Doğuşu: İspanyol Altın Çağı (Dost, 1997) adlı kitapları da Goytisolo’nun çalışmalarının arka planını doldurmak için okunmalıdır.
Aydınlarımızın Paris tutkusu…
İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri’ne göre Hoca Tahsin Efendi, Paris hakkında şu heyecanlı mısraları döşenmiştir Fransa’ya gittikten sonra:
Paris’e git hey efendi akl ü fikrin var ise
Aleme gelmiş sayılmazlar gitmiyenler Paris’e.
Bu Paris tutkusu, aydınlarımızı o kadar sarmıştır ki, 1936’da Avrupa seyahatine çıkan Peyami Safa’ya şu satırları yazdırabilmiştir: “Avrupa büyüklük, Avrupa aydınlık, Avrupa temizlik, Avrupa düzgünlük, Avrupa kalabalık, Avrupa zenginlik, Avrupa canlılık demektir… Orada her şey aydınlıktır: Kilovat çağlayanları halinde akan ışıklarla, hayat, neş’e, yaratıcılık arasındaki nisbet orada idrak edilmiştir.” (Beşir Ayvazoğlu, Peyami, Ötüken 1998 s. 268).
Oysa Goytisolo, yine Batılı olmayan bir ülkenin aydını olarak Paris’e baktığında orada korkunç bir donukluk, durağanlık ve hatta ölüm raddesine gelmiş bir megapol görmektedir. Paris’i yaşanır kılan tek özelliğinin, Müslümanlar ve Üçüncü Dünya vatandaşlarının oluşturduğu yabancılarla dolu karmakarışık mahalleler olduğunu söyler. Ona göre Paris, ancak medeniyetin feneri olma iddiasını bir yana bırakıp Avrupalı olmayan kültürleri bünyesine alarak karmaşık ve çoğulcu bir kültür ortamı haline gelebilirse gerçekten yaşanabilir bir şehir olabilecektir.
Mesela şöyle diyor bir yazısında:
“Merakeş’in pazar yerinde yaşamını izlediğim, hareket halinde gördüğüm bu serbest, insan ilişkilerine açık, canlı halk, ideolojilerin yarattığı robot adama karşıt (bu) topluluk beni çekiyor, büyülüyor… Dinlerimizin ve kendilerine devrimci diyenler dahil siyasal inançlarımızın hantallığını ve çekilmez yükünü herkese ilan etmek; siyasal iktidara ve yalanlarına yabancı, şu keyfeden, gülen, arzulayan insanlara bırakmak istiyorum sözü.”
Peki nasıl oluyor da Peyami Safa’da birer erdem sayılan düzgünlük, temizlik ve zenginlik Goytisolo’da tam bir mezar sessizliğine yuvarlanıyor? Ve tam tersine, Peyami Safa’da medeniyetsizliğin şahikası sayılan Şark kahveleri (o “içinde yalnız tünenen ve pineklenen, gecenin en canlı saatlerinde kapatılmış insan ağılları”), nasıl oluyor da Goytisolo için keyfeden, gülen, arzulayan insanların olağanüstü canlılığını yansıtabiliyor? Birisi için medeniyetin ve hayatın kıblesi iken Paris, öbürü için nasıl düpedüz ölümle özdeşleştirilebiliyor?
Bu soruların cevapları, Batılılaşma serüvenimizin karakterini de verecektir bize.