İstanbul’u boşaltmak!
Bir deprem, sadece bir depremden ibaret değildir. Sonuçları itibariyle toplumsal hafızada uzun vadeli etkiler bırakır. Gündelik dilin içinde biraz haşince açtığı iz, yıllar geçse bile kendisini fark ettirir. 1755 Lizbon depreminin inançlar üzerinde meydana getirdiği sarsıntılara Dostoyevski’nin 1870’lerde yazdığı Karamazof Kardeşler’de rastlayışımız boşuna değil.
17 Ağustos 1999 ve 12 Kasım 1999 depremleri de uzun vadeli etkilerinin ilk tezahürlerini göstermeye başladı geçtiğimiz bir yıl içerisinde. Geçtiğimiz yıl, başka birçok yazar gibi “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını” yazmıştım. Gerçi buna karşı çıkanlar, hiçbir şeyin değişmeyeceğini, “eski hamam, eski tas” hesabı herkesin bildiğini okuyacağını iddia edenler de olmadı değil. Ama bir yıllık bilançonun bazı sonuçları bize çok şeyin değiştiğini gösteriyor.
Neler değişti mesela?
En başta, Türk halkının konut eğilimleri etkilendi bu depremden. Eskiden dışı süslü püslü binalar, “lüx apartman daireleri” yeğlenirken, şimdilerde “sağlam” ve “güvenli” konutlar tercihe şayan bulunuyor. Eş dost arasında bir arsa alıp üzerine tek veya iki katlı bir ev yaptırma fikrini organizasyona dönüştürmek için ter dökenler de eksik değil. Oysa bu kişiler bir yıl öncesinde bu tür düşüncelere en iyi ihtimalle gülüp geçerlerdi.
Çok yazdık bu köşede. Dünyada konut denilince “apartman dairesi”nin akla geldiği yerler istisnadır ve bu istisnalar da genellikle “azgelişmiş” ülkelere mahsustur. Apartman, yani toplu konutlar, sanayileşmenin getirdiği konut sıkıntısına geçici ve ilkel bir çözümdür. Avrupa ve Amerika’da devlet, bir süre bu tür binalar yaptıktan sonra vatandaşını “adam gibi” evlerde oturtmak için konut ve şehirleşme stratejilerini değiştirdi. Bugün bile İngiltere’nin bütçesinden her yıl, eski toplu konutları dinamitle yıkarak, sâkinlerini insanca bir hayata kavuşturmak amacıyla belli bir pay ayrılmaktadır.
Amerikalıların o gökdelenleri düşünme melekenizi dumura uğratmasın, Amerikan halkı, Jean Baudrillard’ın enfes deyişiyle, “ilkel”liğini korumaktadır halen. Bahçesinde sincapların cirit attığı tek veya iki katlı evlerde oturmayı tercih eden Amerikan halkı, bunu da aşıyor ve giderek mobile home’larda, yani bizim karavan dediğimiz gezer evlerde oturuyor. Araştırmalara göre Amerika’daki konut talebinin en büyük kısmı gezer evlere yönelmiş durumda.
Diyeceğim, şehirlerimizin nasıl büyük bir felakete -yalnız bir çevre felaketine değil, psikolojik, insanî ve ekonomik bir felakete de- hızla sürüklenmekte olduğunu fark ettirdi bize bir yıl önceki deprem. Başka türlü de fark edeceğimizi hiç sanmıyorum.
17 Ağustos depreminin en çarpıcı ve sosyolojik açıdan en ilginç sonuçlarından birisi, neredeyse 60 yıldır kesintisiz olarak süregelen İstanbul’a göçü durdurması oldu. Bugün yetkililer, İstanbul’a göç etmek bir yana, “tersine göç”ten söz etmeye başladılar. Yani İstanbul’da zar zor geçinen, buna karşılık çoluk çocuğunu çürük evlere emanet edemeyen insanlar, köylerine geri dönüyor.
Bu yalın gerçek, aslında göründüğünden çok şeyi ifade ediyor.
Birincisi, depremden sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını. İkincisi, İstanbul’un her yıl bir Eskişehir büyüklüğündeki (yaklaşık 400 binlik) insan kitlesini nüfusuna ekleyerek ur gibi büyüyen ve kontrol altına alınamayan İstanbul’un artık tarihî bir fırsat yakaladığı.
Yeni gecekondu yapılamayınca, arazi mafyası kime çalışacak? İnsanlar İstanbul’un “en uygun” yerinden bir arsayı kapatamayacaklarını bile bile neden gelsinler? Yorgan gitti, kavga bitti, sizin anlayacağınız.
Rant imkânları daraldı, mafyanın sermayesi elinden uçtu, bina yapmak yasaklandı; bu durumda İstanbul’un yağlı bir tarafı kalmadı. Bu yüzden göç, kendiliğinden durdu.
Bence yöneticiler bu fırsatı bir kuyumcu titizliğiyle değerlendirmeliler: Artık İstanbul’un stabilize edilme fırsatı doğmuştur. Hatta Ahmet Mete Işıkara’dan İstanbul Valisi Erol Çakır’a, mimar Turgut Cansever’den Dünya Bankası yetkililerine kadar pek çok isim ve kurum, artık İstanbul’un kısım kısım boşaltılmasından söz ediyorlar.
Boşaltma ve seyreltme işleminin ayrıntıları ve uygulaması üzerinde çalışmalar ilerlemiş durumda. Sanayinin Marmara’dan sağlam zeminli bölgelere kaydırılması için teşvikler verilmesi de gündemde. Zira 17 Ağustos’tan en fazla zarar görenler arasında fabrikaları çeşitli seviyelerde etkilenen sanayiciler de vardı.
Muhtemel bir İstanbul depreminde, büyüklüğü ve şiddeti tartışmalı da olsa, uzmanlar arasında, bir ila birkaç milyon insanın enkaz altında kalacağı konusunda görüş birliği hasıl olmuş görünüyor. İyimserler ölü sayısını altmış binden başlatıyor, kötümserler ise bir milyonun üzerine çıkacağını söylüyorlar.
En alt sınırı benimseyenlerinkini kabul etsek bile muhtemel bir depremde 17 Ağustos depremindeki kayıpların üç misli insanı kaybedeceğiz demektir. Bu, gerçekten de tüyler ürpertici bir rakam. Yaralı sayısının iki ila üç yüz bin olacağı söyleniyor yine iyimserlerce. Bu kadar insana ve binaya hangi hastane, hangi itfaiye, hangi kurtarma ekibi, hangi Akut kâr eder?
Geçtiğimiz hafta Turgut Cansever hoca ile Bodrum’daki kendi eseri olan Demir Evleri’nin muhteşem sahilinde muhtemel İstanbul depremini konuşuyoruz. Düşündürücü bir örnek verdi hoca: Varsayalım ki depremi bir gün önceden bilecek bir aygıt geliştirildi ve İstanbullular uyarıldı, herkes çoluk çocuğunu toplayıp dağlara bağlara kaçtı. Bu 9-10 milyonluk sokaklarda kalmış kitlenin depremi kazasız belasız atlatması bile bir çözüm getirmez. Çünkü evleri yıkılmış bunca insanın içine düşeceği kargaşayı hiçbir tedbir önleyemez.
Hocanın söyledikleri üzerinde düşünmeye değmez mi sizce?