Mezarlıklar, yer altı şehirleri… Mezarlıklarda yeryüzünü bir yorgan gibi üzerine çekmiş milyonlar nefes alıp verirken, şehirlerin sersemletici bir uğultu koparan paradoksuna bir kere daha gömerler kafamızı. Şehirler ölüm kuyuları, şehirler hayat kuleleri. Bu yüzdendir ki, Lewis Mumford, şehirler ölüler sayesinde kuruldu, der The City in History’de. Önce ölüler yerleşti toprağa; ardından dirileri de peşlerinden çekip indirdiler yere. İnsanoğlunun yerleşik hayata geçişi, ölülerin eseridir velhasıl.
İnsanoğlunun hayat ile ölüm arasına kurduğu gerdanlıkların en görkemlisi, şehirler değil mi? Mekâna tutunarak, onu üreterek, onu yeniden üreterek zamanın öğütücü, un ufak edici, zalim karşı direnmenin, mekânın peteklerinde kendimize zamana karşı direnme adacıkları oluşturmanın görkemli formülünü bulmuş olduk şehirlerde. Hayat, şehirde potansiyelini satır aralarına kadar sergilemiş oldu; ölüm de şehirlerde biyolojik bir yok oluş, bir mutlak yitiriş olayı olmaktan çıkıp kültürel bir ürüne. Estetik bir yeniden üretime dönüştü.
Londra’nın zekice bir ‘biyografi’sini (London: The Biography) kaleme alan İngiliz yazar Peter Ackroyd, şehrin gizemli köşelerinden Smithfield Et Pazarı’nı ölüm ile hayatın, kutsal ile profanın, temizlik ile murdarlığın kol kola girişine örnek olarak gösterir. Bir zamanlar atların satıldığı bir düzlük (Smooth-field) olarak bilinen bu pazar yerinin hemen yakınında Yüce St. Bartolomew Kilisesi mevcuttur. Pazar yerinde her yer kan revan içindeyken, kilise kutsal temizliği simgeler. Üstelik burada 16. yüzyılda şehit (martyr) edilen Protestan ve Katoliklerin direğe bağlandığı ve yakıldığı bir makam daha vardır ki, burada şimdi koyunlar parçalara ayrılmaktadır! “Tanrı’nın kuzuları” ile bildiğimiz kuzular aynı mekânda dünya değiştirmişlerdir. Smithfield, Ackroyd’a göre, Londra hayatının bir mucizesidir adeta. Orada en saf dinî ortam ile en kanlı ve kirli mesleğin icra edildiği yer, yani hayat ile ölüm, ibadet ile günah, temizlik ile pislik iç içedir.
Ana caddelere “arter” adı verilmesi, yani yolları anlatırken insan vücudundaki ana damar ağıyla bağlantı kurulması da, dikkatimizi çekmesi gereken bir başka ilginç noktadır. Şehrin girişi vardır, çıkışı vardır, ortası vardır, göbeği, gözbebeği, karnı vardır. Duyguları vardır elbette. Kıskanır mesela. Nitekim 17. yüzyılda yaşamış Osmanlı şairi Nef’î bir kasidesinde buna reşk-i bilâd adını verir, yani şehirlerin kıskançlığı.
İstanbul, o kıskanç şehir, Truva’yı, Roma’yı, Atina’yı, Kahire ve Şam’ı, yani eski dünyanın âşık olunası şehirlerinde biriken kadîm ışığı toprağına çekmeyi başarmış o nazenin başkent. Onu kuran İmparator Büyük Konstantin kadar kemiklerini Kadıköy’ün nemli toprağına emanet eden zavallı Azize Euphemia da bu şehrin manevî siluetine damgasını vurmuştur. Fatih Sultan Mehmed’in şehre kabuk değiştirten ama aslında içindeki gelişme potansiyeline yenileyici bir hamle yaptıran fethi kadar Pantokrator Manastırı’nın odalarını, bu şehirde yüzyıllardır kapalı bulunan bir Akademiye tahsis etmesi de şaşırtmalı değil midir bizi?
18. yüzyıl İstanbul’unun renkli çizgilerini başarıyla aksettiren Ermeni yazar İncicyan, Fatih semtindeki Aya Nikola Kilisesi’nin Kırım’ın Kefe şehrinden gelen Latinler ve Ermeniler tarafından ortaklaşa yaptırıldığını ve yine onu ortak ibadethane olarak kullandıklarını aktarır bize. Binanın bir kısmını Katolik Latinler, diğer kısmını Ermeniler ibaret maksadıyla kullanmaktadır. Kilisedeki Kırım takıntısı o kadar derinlere inmiştir ki, burasının bir ara Kefe’ye misyoner olarak gidip gelen Dominiken rahiplerine de tahsis edildiğini görürüz. Lakin asıl şaşırtıcı olan nokta, bu bağlantının Osmanlı devrinde de devam etmiş olmasıdır. Nitekim Fatih Sultan Mehmed Kefe’yi fethettiği zaman oradan bir cemaati İstanbul’a getirtmiş ve gariptir, yine aynı semte yerleştirmiştir. Birkaç yüzyıl sonra bu Kırımlı Müslüman cemaat kiliseyi mescide çevirerek şehrin doğal süreçte Müslümanlaştırılmasına bir misal sunacaktır.
Benzer bir örnek, Şehzadebaşı semtinde olup cemaati kalmamış bulunan Akaleptos Manastırı’nın Fatih devrinde Mevlevi dervişlerine tahsisidir. Dervişlerin burada ney eşliğinde sema edip dünya edebiyatının şaheserlerinden Mevlana’nın Mesnevi’sini okuduklarını aktarır Fatih’in vakfiyyesi. Yüzlerce yıl keşiş ve rahiplere ev sahipliği yapmış olan bu tuğladan yapılmış manastır, şimdi bir başka dinin mensuplarına açmıştır kucağını. Çan sesi ile ney sesi, yer değiştirmiştir.
Şehrin hafızasında çıktığımız bu yorucu ve yıpratıcı tırmanışı burada bir an için kesmek ve onun manevî atmosferini, hatta gizemlerini bir ayna gibi yansıtan kişiliklerin dünyalarına da eğilmek gerekmez mi? Belki de onların hayatı, bellerine bağladıkları atlasın içinden bazı sırları fısıldayabilir kulağımıza. Ve Latinlerin genius loci dedikleri, mekânın ruhunu deşifre etmek için başka bir yol da mevcut değil galiba. Şehirlerin atlasına dolanan hayat bağlarıdır anlatacağımız. Ama odakta İstanbul var kuşkusuz. Onun memnun edemediği evlatlarının –ne yazık ki- tutan âhının pek hazin bir hikâyesidir bu. Osmanlı’nın delişmen sufisi Niyazi-i Mısrî’nin bir imparatorluğun kaderiyle birlikte dokunan ve onun sona ermesiyle iyice mahzunlaşan fırtınalı hayat hikâyesidir daha doğrusu.
Niyazi’nin macerası 1617’de Malatya’nın bir köyünde başlar. IV. Murad’ın Bağdat’ı Safevilerden geri alması, onun niyet atını Şarka yöneltir. Kahire’ye kadar gider. Orada gördüğü bir rüyada, Şeyh Abdülkadir-i Geylânî buralarda boşuna dolaşmamasını, aradığı Şeyh’in bu şehirde olmadığını söyler kendisine. Artık yeniden Anadolu’dadır. Akdeniz bölgesinde bulunan Elmalı’ya gider ve orada Ümmi Sinan’ın hizmetine girer. Neredeyse kalbinin şifasını bulmuştur. 44 yaşına basmış olan Niyazi’yi önce Bursa’da görürüz, sonra da payitaht İstanbul’da. Kendisi de ulemadan olan Sadrazam Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa döneminde Osmanlı düzeninin ideolojik gel-gitleri sık sık yaşanmaktadır bu sırada. Tekkeler kapatılmakta, zikr ve sema yasaklanmakta, dervişler tutuklanmaktadır. Peki “celâli cemâline galib” sufi Niyazi buna seyirci mi kalacaktır? Bir Cuma günü İstanbul’da, Ayasofya Camii’ne gider. Padişah IV. Mehmed de namazı Ayasofya’da kılacaktır. Padişah’ın gelmesini fırsat bilen Niyazî, Cuma vaazına çıkar ve zikrin faziletlerinden, tarikat mensuplarının din ve millete yaptığı hizmetlerden, tekkelerin birer ilim ve irfan merkezi olduklarından ve yetiştirdiği büyük şahsiyetlerden söz eden tesirli bir konuşma yapar; tekkelerin kapatılmasıyla bu irfan (gnosis) ocaklarının söndürülmek istendiğini söyler.
Padişah gereken uyarıları almış olmalı ki, devreye girerek yönetimin bu yanlıştan dönmesini sağlar. Tekkeler açılır; yine devranlar, zikirler, semalar başlar, irfan ocaklarının kandili yeniden uyandırılır.
Niyazî’nin siyaseti etkileme, hatta belirleme çabası, onun başına büyük gaileler de açacaktır. 1672 yılında Polonya (Lehistan) seferine çıkılacağı sırada Padişah, manevî destek olsun diye onu ve müridlerini de sefere davet eder. Ancak ateşli konuşmalarla etrafına topladığı binlerce adam, yönetimi ürkütür, onun silahlı bir ayaklanmaya önderlik edeceğinden korkulur ve sonuçta Rodos adasına sürgün edilir. Ne var ki, bu, Niyazî’nin son sürgünü olmayacaktır.
Sadece 9 ay kalır bu ilk sürgününde. Yeniden Bursa. Bu defa 1676’da Rusya’ya karşı açılan sefere, ‘manevî kanaldan’ davet edildiğini belirterek adamlarıyla yola çıkmak için hazırlıklara başlar. Orduya katılmak maksadıyla Edirne’ye gider ama bu sefer asi tavrı iyice kızdırmıştır yöneticileri. Yeni sürgün yeri, Ege’deki Limni adasıdır.
Tam 16 sene kahrını çeker bu sürgünün. 76 yaşındayken affedilir ama kısa bir süre sonra Bursa’da yine takışır birileriyle. Niyazî yeniden Limni adasını boylamıştır.
İşte iki yıl sonra öleceği ve cesedini toprağına emanet edeceği bu adaya doğru son yolculuğuna çıkarken, Osmanlı’ya lanet okuduğu ve bu lanetin tuttuğunu anlatırlar. Gemiye bindirilip yola çıkarıldıktan sonra öfkeli Niyazî, tekkelerin coşturucu ortak dualarından bir “gülbank” okur yüksek sesle ve ardından Osmanlı hanedanının son bulması için ellerini kaldırır semaya. Bir süre temaşaya (contemplation) daldıktan sonra der ki yanındakilere:
Osmanlı sülalesinin inkırâzı için dördüncü semaya bir kazık çaktım. Bu kazığı benden başkası çıkaramaz.
Yanındakiler bu şifreli sözlerden bir şey anlayamazlar tabiatıyla. Ancak tarihler bize Niyazî’nin bu bedduasının akibeti hakkında ilginç veriler sunmaktadır.
Bu lanetten 226 yıl sonra, 30 Ekim 1918’de Mondros’da Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında bir mütareke imzalanır. Buna göre, Osmanlı ordusundaki bütün askerler terhis edilecek, silahlarına ve limanlarına el konulacak, başkenti İstanbul işgal edilecektir. Yani Osmanlı Devleti’nin hukuken bittiğini ilan eden belgedir Mondros Mütarekesi. Bu tarihten sadece 4 yıl sonra, son Osmanlı Padişahı Vahdettin VI. Mehmed, İngilizlerin Malaya adlı zırhlısıyla İstanbul’u terk edecek ve Osmanlı saltanatı tarihe karışacaktır.
Peki Mondros neresidir? Cevap: Limni adasının bir limanı! Limni, aynı zamanda Osmanlı sülalesinin bitmesi için beddua eden Niyazi-i Mısrî’nin son uykusunu uyuduğu adadır. Keramet midir bu, bilmiyorum. Tarihin cilvesi belki de. Ama bir şeyi de hatırlatmıyor değil bize. Bugün kendisi değil de, kardeşi Ahmed’i ve müridlerini emanet bıraktığı İstanbul toprağı, bunun gibi pek çok olağanüstü hale şahitlik yapmıştır defalarca. Yani kabuğu üzerinde gezerken yeterince farkında olmadığımız bu kadim şehrin manevî atmosferi, aslında benzeri nice sırrı fısıldamaktadır bizlere. Yeter ki, kulaklarımızın desibel ayarını iyi yapalım. Duymamamız için bir sebep yok.
Belki de Kocamustafapaşa semtindeki Sümbül Sinan Camii’nin avlusunda bulunan Çifte Sultanlar Türbesi, bize yavuz bir kılavuz olabilir. Üstü açık ve etrafı demir parmaklıkla çevrili bu türbede, rivayete göre, Hz. Muhammed’in (sav) iki torunu gömülüdür. Zamanın Bizans İmparatoru’na cariye olarak satılan bu iki peygamber torunu, kahırlarından ölmüş ve Aziz Andreas adına yaptırılan manastırın avlusuna gömülmüşlerdir. İstanbul’un fethinden sonra bu manastır camiye çevrilmiş ve yeri keşfedilen türbenin etrafına Sünbül Efendi Tekkesi kurulmuş, lakin caminin girişinde kalan bir Hıristiyan mezarına dokunulmamıştır. Güya bu mezarda, İmparatorun kızı yatmaktadır ve bu kız, sarayda Peygamber Efendimiz’in torunlarına acıyıp onlarla temas kurmuş ve hallerine acıyıp sonunda gizlice Müslüman olmuştur. Nihayet ölümlerinden ziyadesiyle müteessir olmuş ve hastalanarak kısa bir süre sonra kendisi de ruhunu teslim etmiş ve Çifte Sultanlar’ın hemen yanı başına gömülmüştür. Bu prenses mezarı da günümüze kadar gelmiştir. Bu örnekler karşısında İstanbul’un asırları bu daracık mekâna nasıl sıkıştırdığına ve dinleri, ırkları, kültürleri ne büyük bir ustalıkla harmanladığına hayran kalırsınız. Yüzlerce yıldır bu makamda 10 Muharrem günü (Hz. Muhammed’in (sav) torunlarının Kerbela’da Halife Yezid tarafından katledildiği gündür) törenler düzenlenir, Müslümanların gönlünü derin acılara bulayan bu hazin günde ayinler yapılır, mevlidler okunur ve tekkenin mutfağında pişirilen aşureler yenir, Çifte Sultanlar’ın ruhuna fatihalar gönderilirmiş. Ama oracıkta, caminin hemen girişinde yatan Bizans İmparatoru’nun sarışın kızı da nasiplenirmiş bu dualardan.
Nitekim Vatan Caddesi üzerinde bulunan ve kilise iken camiye çevrilen İmaret-i İsa Bey Camii’nin bodrum katındaki Bizans Prensesi’nin mezarı, Üsküdar’daki, Sultan III. Selim’in yaptırdığı Ayazma Camii’nin bir Bizans “ayazma”sı (Rumcada “kutsal su” demektir) üzerine kurulması, yine Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’nin Orta Asya’dan, Horasan bölgesinden gelen hacılara ve ziyaretçilere ev sahipliği yapmış olması, Galata’daki Arap Camii’nin, Emevilerin olmasa bile, 1492’de Endülüs’den (İspanya) Yahudilerle birlikte İstanbul’a göç eden Arapların namını taşıması, bu çok-katlı şehrin damarlarında akan yaşama kudretini olduğu kadar farklı kültürleri hazmetme kapasitesini de göstermekte değil midir? Tabii Müslümanlar için en önemlisi de, Hz. Muhammed’in (sav) akraba ve arkadaşlarından Ebâ Eyyub el-Ensârî’nin günümüzde “Eyüp Sultan” adıyla bilinen ve adeta bir “Müslüman Pantheonu”na dönüşmüş bulunan mezarıdır. Her Müslüman şehrinin bir koruyucu manevî büyüğü vardır. İstanbul için bu, Eyüp Sultan’dır.
Eyüp Sultan’ın varlığı, aynı zamanda, yazımızın başında zikrettiğimiz, bir ölünün şehrin şenlenmesindeki kritik rolünün de çarpıcı bir örneği sayılmalıdır. Özellikle Ramazan aylarında İstanbulluların onun etrafında, torunların özledikleri dedelerini ziyaretleri gibi, toplanmakta oluşu, büyük insanlık ağacının köklerine sarılma isteğinden tefrik edilebilir mi? Nitekim İngiliz-Amerikan şairi T. S. Eliot, “Little Gidding” adlı şiirinde şöyle demişti:
Biz ölürüz ölenlerle:
Bak, ayrılıyorlar, ve biz onlarla gidiyoruz.
Biz doğarız ölülerle:
Bak, dönüyorlar, ve bizi getiriyorlar
One Comment
ceyda
19 Mart 2011 at 12:40bence çok güzel ama biraz daha özet olsaydı daha güzel olacaktı bana katılan varmı