İşte Abdülhamid’in hanımıyla yapılmış tek söyleşi
Kapağında sarışın bir ecnebi artistin yer aldığı eski “Hayat” dergilerinden birinde Yassıada mahkemesi haberlerini okuyup sayfayı çevirmemle irkilmem bir oldu: Bu feleğin bütün iyi ve kötü çizgilerini cömertçe serdiği çehre bana bir şeyler fısıldamak için adeta çırpınıyordu.
Kimdi ve bir magazin dergisinde nasıl yer bulmuştu bu 94 yaşındaki kadın?
Okurlara “uzun yaşamanın sırları”nı anlatacak olan bu asırlık hanımefendi, Sultan II. Abdülhamid’in kollarında son nefesini verdiği Müşfika Kadınefendi’den başkası değildi.
Müthiş bir keşifti benim için. Zira yalnız Abdülhamid’in bir hanımıyla değil, bir padişah hanımıyla yapılıp da yayınlanmış tek söyleşiydi bulduğum. Kim bilir neler neler anlatmıştı?
İştahla okumaya koyuldum. Lakin bir hayal kırıklığı bekliyordu beni. Abdülhamid yerine ne yiyip içtiğinden, günlük hayatından, velhasıl havadan sudan konuşmuşlardı. Halbuki bulmuşsunuz bir padişah hanımını, adam gibi konuşturun, değil mi? Biz böyle düşünebiliriz ama unutmayın ki, harem kadınlarının ağızları mühürlüdür. Sarayda olan bitenlerden, hele Padişah’tan söz etmek haramdır onlara.
Yine de çok ilginç noktalar yakaladım söyleşide. Bunların bir kısmını gözlerinize emanet ediyorum. Tam metnini ise yakında çıkacak kitabımda okuyabilirsiniz.
Önce mekânı gözümüzde canlandıralım: Beşiktaş’taki Serencebey yokuşunda ahşap bir bina düşünün; odanın köşesindeki yayvan sedir üzerinde, atlas kaplı kuş tüyü bir şilteye oturmuştur. Arkasında çiçekli atlas yastıklar… Biraz ötesinde namaz pöstekisi asılı. Arkasındaki talik levhada “Gönül tahtına senden özge sultan olmaya Ya Rab” yazılıdır.
Sonra zaman: Ziyaret tarihi Aralık 1960 olmalı. Kızı Ayşe Osmanoğlu’nu kaybetmenin acısı henüz yüzünde tütmektedir.
Ve insan: Tam 30 yıldır, diyor, bu konaktan dışarıya adımımı atmadım. Muhabirin neden dışarıya çıkmadığı sorusunu ustaca geçiştiren Müşfika Kadınefendi, babasının Plevne gazisi olduğunu, kızkardeşiyle birlikte saraya verildiklerini, “Efendim” dediği Abdülhamid’le 16 yaşındayken evlendiğini anlatıyor.
Muhabirin dikkati uzun yaşamasının sırrına odaklanmıştır bir kere. “Bu kadar sıhhatli ve sağlam kalmanızda ayrı bir beslenme rejimi veya dikkatli davrandığınız başka hususlar var mı?” diye sorar. Müşfika Hanım’ın cevabı gayet sade ve nettir:
“Ben daima çok az yerim. Sabahları kalkınca, aç karnına mutlaka bir fincan adaçayı içerim. Bunun peşinden içine biraz kahve katılmış bir bardak sütle biraz peynir, bir ince dilim ekmek yerim. Öğle yemeğinde az, çok az haşlama et, biraz sebze, varsa az pilav veya muhallebi alırım. Akşam yemeklerim sadece yoğurttur. Midemde ekşime yapmaması için içine biraz şeker karıştırılmış yoğurdu yerim. Kırk yıldan beri akşam yemeklerimin listesi değişmemiştir. Yalnız şekerli yoğurt.”
İçinizden, ‘Canım kadın 90 yaşında, daha ne yesin?’ diyenleriniz çıkabilir. Ancak dikkat: “Ben daima çok az yerim.” diyor Müşfika Hanım, “Az yemek mutadımdır”. Demek ki sarayda da böyleydi. Saray hayatı mutlaka israf cenneti değil, o zenginlik içinde iktisatlı yaşamak da demektir. Zira Abdülhamid, mütevazı yaşamayı hareme yeniden kazandırmıştır. Malum, kendisi de az yer, düzenli yaşar ve sağlığına özen gösterirdi.
Muhabir sorar merakla: “30 yıldır kapıdan çıkmadığınıza göre vücut hareketiniz çok az oluyor demektir. Hiç rahatsızlık çekmiyor musunuz?”
Müşfika Hanım’ın cevabı, yanı başına astığı talik levhadaki sözleri selamlar gibidir:
“Namaz kılıyorum evladım. Beş vakit namaz beni hem Allah’ıma yaklaştırıyor, hem de sıhhat kazandırıyor. Namazdan iyi hareket olur mu?”
Öte yandan muhabirin “Her şeye rağmen yaşamanın tadına doyum olmuyor değil mi efendim?” sorusuna kadere boyun eğmiş kimselerin edasıyla cevap vermiştir: “Evet ama, insan sevdikleriyle birlikte yaşarsa.”
Son sözü söylerken gözleri derinlere kaçan sular gibi zamanın girdabına kapılıp gitmiştir Müşfika Kadınefendi’nin. Kim bilir gözlerinde hangi sahneler dalgalanmıştır. Belki Efendisi’nin komaya girmesi üzerine 24 saatliğine devleti yönettiği o sırat köprüsünü andıran günü de hatırlamıştır.
Gerçi dergiye Abdülhamid’le ilgili hiçbir şey anlatmamıştır ama bir aile dostuna başka bir vesileyle emanet ettiği hatırası unutulacak gibi değildir:
Bir sabah Abdülhamid yataktan kalkmak istediğinde kendisinde bir kırıklık hissediyor. Çoraplarını ayağına geçirecek hali dahi yoktur. Hemen Müşfika Hanım çorapları alıp karyolanın önünde yere çömelerek Padişah’ın ayaklarına güzelce giydiriyor. Eşinin bu samimi ve candan alakasından pek mütehassis olan Abdülhamid, “Kadınım çok zahmet ettin, eksik olma, hakkını helâl et!” diye helallik istiyor. Müşfika Hanım hiç beklemediği bu sözlerden pek şaşırıyor ve cevaben “Aman efendimiz! Hakkımı helâl ettirecek ne yaptım ki?” diyorsa da Abdülhamid ısrar ediyor: “Hayır, bir kadının kocasına karşı hakları büyüktür. Kadınım, bu hizmetine mukabil hakkını helâl et.” Müşfika Hanım ne söylediyse, Abdülhamid’e bunun normal bir hareket olduğunu bir türlü kabul ettiremiyor. Sonuçta bu cüz’i hizmetinden dolayı koca bir Hünkâr’a karşı hakkını helâl etmek mecburiyetinde kalıyor.
O günkü söyleşiden Müşfika Hanım’ın tarihe dalan gözleri ve yandaki mahzun görüntü kalmış. Bu arada yanına oturduğu çinili soba da Abdülhamid’in yadigârıdır. m.armagan@zaman.com.tr
08 Kasım 2009, Pazar