Kadın ve demokrasi
Whitehead’in bütün Batı felsefesi tarihinin kendisine düşülen dipnotlardan ibaret olduğunu söylediği Eflatun (Platon), kuracağı devleti tanımlarken, kadınların olsa olsa “bekçi” (guardian) olabileceğini, daha doğrusu olması gerektiğini ifade etmişti. Gerçi bunu o dönemin Atina’sındaki kadının acınası durumuna bakarak bir ilerleme kabul edenler de yok değil; ancak kadının erkekten geri bir statüde kabul edilmesi, hemen bütün Batı felsefesinin 19. yüzyıla gelinceye kadar değişmez tavırlarından biriydi. Dolayısıyla Whitehead’in tespiti bir kere daha doğrulanmak şansına kavuşuyor kadın konusunda da.
Çağdaş kadın kültürel ve siyasal düşünürler arasında hatırı sayılır bir yeri olan Luce Irigaray’ın Yunan “polis”inde, yani siyasi şehrinde kadının dışlanmış, herhangi bir şekilde bu erkek etkinliğine bulaşmasına izin verilmemiş olduğu yönündeki yargısı (belki de ön yargısı!) aslında epeyce ‘beylikleşmiş’ (feministlere göre işte bir erkek-egemen dil oyunu daha!) bir yargıdır. Yine de Yunan sitesinin kadına bakışının altını çizdiği için yararlı sayılabilir ve güncel politik arenaya yaptığı göndermeler dikkate alınırsa bayağı önemlidir de.
Son günlerde Ankara’da bazı kadın derneklerinde bir faaliyet, bir faaliyet ki sormayın gitsin. Meclis başkanından parti başkanlarına kadar çalmadık kapı bırakmayan bu kadın hakları derneklerinin gayesi, Eflatun tarafından kapatıldıkları mağaradan çıkmak, başka bir deyişle, TBMM’ye “daha fazla” kadın milletvekili gönderebilmek.
Bizim basın da oldum bittim bayılır böyle işlere. Hatta bundan 4-5 yıl kadar önce Sabah gazetesinde hayali bir resim basmışlardı. Meğer bütün Meclis kadınlardan teşekkül etseymiş ne kadar renkli bir hayatımız olacakmış! Her kadının değişik saç şekilleri, birbirinden farklı elbiseleri, makyajları nasıl da cıvıl cıvıl bir Meclis manzarası oluştururmuş! Ne kavga, ne gürültü. Herkes müthiş bir uzlaşma ve anlaşma içinde; Türkiye de böyle bir Meclis riyasetinde gül gibi geçinir gidermiş!
Tabii Türkiye’de meselelerimizi iflah olmaz bir sathilik çerçevesinde hastalığımızdan dolayı gerçek sorunların köklerine inemeden hep bir estetize etme ve magazinleştirme eğiliminde boğuluyoruz ister istemez. Siyaset yapmakla bir garden party’de boy göstermek arasında herhangi bir fark görme yeteneğine sahip olmayanlar aslında ülkenin gerçek sorunlarını gizleme ve onları bir “evcilik oyunu” düzeyine indirmekten büyük bir haz duyuyorlar anlaşılan.
Üstelik siyasetin temel sorunlarını bir cinsiyet ayrımına indirgeyerek sulandırmak kimin ne işine yarayacaktır? Belki kavgasız dövüşsüz bir meclisin olması iyi olabilir; ancak bir meclisin tek erdem ölçüsünün kavga etmemeye indirgenmesi de size yeterince tuhaf gelmiyor mu? Hanım hanımcık oturup örgü ören milletvekilleri, hak talepleri ve haksızlıklar konusunda da seslerini çıkarmayacaklarsa, kuzu kuzu oturacaklarsa temsil ettikleri siyasi görüşlerin herhangi bir önemi kalacak mıdır? Üstelik Tayvan, Kore gibi Uzak Doğu parlamentolarında kadın milletvekillerinin saç saça baş başa dalaşıp kavgada hiç de erkekleri aratmadıklarını Tv’lerden ibretle izliyoruz. Demek ki, kavgayı yatıştırmanın yolu, cinslerden birisini yapay bir şekilde meclise sokmak ve orada böylece sükuneti sağlamaktan geçmiyor; aksine, belki de hak taleplerini ve haksızlık konusundaki tepkilerini en güçlü bir şekilde dile getirmeleri; ama bunun yanında herkesin diğerinin kendi düşüncesi içerisinde en uç noktalara gidebilmesine katlanabilmesinden geçiyor.
Burada o meşhur “kota” konusuna gelip dayanıyoruz. Efendim, kadınlar partilerin özel himayeleriyle asgari bir ‘miktarda’ meclise girmeliymiş. Bunun adına “kota” diyorlar. Siyaset dünyanın her yerinde çetin bir meslek ve hemen hemen dünyanın birçok ülkesinde bu kadar çetin ve uzun bir yolculuğa dayanabilen kadın sayısı birkaç elin parmak sayısından fazla değil. Partilerin alt kademelerinden başlayarak tepelere kadar çıkabilmek kadınlar için gerçekten de yıpratıcı bir süreçtir. Bu yıpratıcı süreçte sonuna kadar mücadele eden kadınlar (mesela Thatcher) mutlu sona ulaşabiliyorlarsa da, oralarda da bu noktaya vasıl olamamış kadınların siyasette zannettiğimiz kadar belirleyici olmadığını biliyoruz.
Hal böyleyken, bizde -tabii oralarda da- kadın cinsinin mecliste yeterince temsil edilmemesinin neden bir kadın onuru meselesi yapıldığını anlamakta güçlük çektiğimi itiraf edeyim. Kadınları en iyi hemcinslerinin temsil edeceğini düşünmek, mecliste çıkan her kanunun “bütün erkekleri” memnun ettiğini varsaymaya götürecektir bizi ki, bu da düpedüz siyaseti ne kadar yalınkat bir düzeyde algıladığımızı göstermekten başka bir işe yaramayacaktır.