Köşe yazmak
Geçtiğimiz hafta Kültür Atlası’nı biraz ufalmış ve köşesine büzülmüş gören okuyucularım sebebini sordular haklı olarak: Yazacak bir şeyim mi kalmamıştı yoksa reklamlar yüzündenkapladığım alan mı daraltılmıştı? Doğrusunu söylemem gerekirse ikisi de değil.
Zaman zaman seferi olan yazarların köşelerinde “Yazarımız seyahatte olduğundan yazısını yayınlayamıyoruz.” şeklinde bir ibareye rastlarsınız. Bunu okuyan kişi de yazarının ‘seferilik’ hükümlerine göre mazur sayılabileceğini idrak edip ses çıkartmaz. (Aksi halde böyle bir açıklama konulmadan yazısı yayınlanmasa yazarın başka bir gazeteye uçtuğunu ya da gazetesiyle arasının bozuk olduğunu havadan nem kapar gibi anında hisseder okuyucu. Tedbir, bu tehlikeyi bertaraf etmeye yöneliktir anlayacağınız!)
Benim de seyahatlerim oldu, tatillerim oldu; ama iki adet kağıtla pilot kalemimi hiç yanımdan eksik etmediğim için Kültür Sayfası’ndaki değerli kardeşlerimin de katkılarıyla köşemi boş bırakmamaya gayret ettim elimden geldiği kadar. İyi kötü bir faks çekecek dükkan da bulunduğuna göre gittiğim yerlerde, mesele kalmıyordu.
Geçtiğimiz Temmuz ayında Yalova civarına birkaç günlüğüne tatile gitmiştim. Kaplıcanın rehavetine kendimi o kadar kaptırmıştım ki, perşembe gününün gelip çattığını ve köşemin beynimdeki yazıyı bir vantuz gibi emmeye hazırlandığını sabah uyanınca ancak hatırlayabildim. Ne yapmalıydı?
Tabii ilk işim, kaldığımız evin balkonuna oturup güzel bir tatil yazısı yazmak oldu. Yazı tamam. Fakat nasıl göndermeli? Üstelik çok da okunaklı olmayan el yazımla çekeceğim faksı Zaman gazetesinin dizgi servisi nasıl dizecekti? Sevgili musahhihlerimizi bir bulmacanın içinden çıkar gibi uğraştırmaya, bazı cümlelerin bu yüzden düşük, bazı kelimelerin ise yanlış çıkmasına gönlüm nasıl razı olabilirdi?
Vakit öğleni bulmuştu ve ben ne yapacağımı düşünerek köyün içinde bir o yana, bir bu yana dolaşırken birden o yabancı simalarla dolu yerde dost bir yüzün ışıldadığını gördüm. Belki inanmayacaksınız ama bu yüz, sonradan yıllardır Yalova’da oturduğunu öğrendiğim Genel Müdürümüz Hüseyin Gülerce idi. Derdimi kendisine naklettiğimde önce birazdan eve gideceğini, yazıyı kendisine verirsem evden fakslayabileceğini söyledi, sağolsun. Fakat benim “hurda” el yazımı görünce dizgicilerin bu yazıyı sökemeyecekleri kanaatine varmış olmalı ki, Yalova’da Zaman bürosuna gitmemi ve yazımı bilgisayarda dizip oradan fakslamamı tavsiye etti. Ben de hemen yola çıktım. Yalova bürosundaki arkadaşların himmetiyle yazımı dizdirdim, tashih edip faksladım. (Bu arada bilgisayarın PC ve Q klavye olması gibi aksiliklerle karşılaşmadım değil, fakat şimdi ismini hatırlayamadığım bir hizmetşinas arkadaşa yazımı okuduğumu, onun da kemali ciddiyetle dizdiğini eklemeliyim.)
Gördüğünüz gibi seyahatteki bir yazarın başına gelen pişmiştavuğun başına bile gelmiyor.
İyi ama bütün bunlar geçen ay olmuştu, bir hafta önceki yazıyla anlattıklarının ne alakası var? dediğinizi duyar gibi oldum. Efendim, şu günlerde bir iş değişikliği dolayısıyla muhacir vaziyetteyim ve bu yüzden de kurulu düzenim baştan aşağıyenileniyor. Dolayısıyla oturduğum masa, sandalye, yazıyazdığım bilgisayar, çıkış aldığım printer, yazılarımı gazeteye aracılığıyla yolladığım faks, velhasıl her şey değişince, geçen haftaki “19. Yüzyılın Başkenti Paris” başlıklı yazım, derkenarlarından mahrum bir vaziyette “mücerreden” arzı endam eyledi.
Uzun sözün kısası, merak edilecek bir şey yok! Ancak köşe yazarlığı da o kadar zahmetsiz bir iş değil, anlayacağınız. Yalnızyazıyı kıvamına getirip yazmak yetmiyor, bir de kıvamına getirip yollayabilme becerisini göstermek gerekiyor. Bu becerinin “yazarlık” kavramına dahil olduğunu bilmeyen okuyucu da, “Allah Allah, bu seyahat nasıl büyük bir meşakkat içinde geçiyor olmalı ki, sevgili yazarımız kafasını toplayıp da makalesini kaleme alamamış” diye düşünüyor kendi köşesinde haklı olarak.
Benim yayınevlerim!
İşimiz kültür olunca kitaplar en vazgeçilmez malzememiz oluyor ister istemez. Bu yüzden de kitap tanıtımları, benim ve bu sayfayı paylaştığım değerli köşe yazarlarının başta gelen vazifesi haline geliyor. Ancak fakirin farkı, yalnız okumak ve yazmakla yetinmeyip yayınlamakla da iştigal etmesi. Yaklaşık 11 yıldıryayıncı olarak hizmet ediyorum kültürümüze. Bu ‘macera’ya dahil oluşum, gerçi aileden sirayet eden bir maceranın devamıdır. Cağaloğlu tabir ettiğimiz yayıncıların kümelendiği bölge, intisab etmeden önce de yabancım değildi. Amcam olan Fikir Yayınları sahibi Nihat Armağan vasıtasıyla önde gelen yayınevleriyle öğrencilik yıllarımdan itibaren ilişkim başlamıştı. O zamanlar yaygın olan tipo matbaaların ağır mürekkep ve kurşun kokuları saçan atmosferi insanın ciğerlerine bir kere işlemeye görsün. Bir daha kurtaramıyor kendisini bu tatlı girdaptan.
Sonra sevgili Edip Gönenç ağabey ile birlikte Tevhid Yayınları’nda ilk “fiili” yayıncılığıma başladım. Kısa bir süre sonra Risale Yayınları’na geçtim. Orada başka pek çok kitabın yanı sıra dört ciltlik Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’nin yayına hazırlanmasıyla uğraştım. (Projenin başlangıcında İsmet Özel de bulunuyordu fakat sonra ayrılarak Çıdam Yayınları’nı kurdu ve kendi kitaplarını orada yayınlamaya başladı. Çıdam da kapanınca Şule Yayınları, kitaplarını devraldı ve halen yayın hayatına başarıyla devam ediyor.)
Sonraki durağım İnsan Yayınları oldu. Başlangıçta Ahmet Şişman’dı sahibi, fakat sonradan el değiştirdi ve İlhan Akıncı ile Adnan Başdemir’e geçti. Halen İlhan Akıncı’nın sahipliğinde yayın hayatına devam eden İnsan Yayınları, gerçek bir mektep olmuştur Müslüman aydınlar için. Geçmişe dönüp baktığımda Klodfarer Caddesi’ndeki eski yerinden kimlerin gelip geçtiğine insan şaşırmadan edemiyor: Ali Bulaç, İlhan Kutluer, Ali Ünal, Cahit Koytak, Dücane Cündioğlu, Akif Emre, Mahmut Erol Kılıç ve daha isimlerini hatırlayamadığım birçok değerli yazar, mütercim ve genç istidat bu mektepte bazen hoca, bazen de talebe olmuştur.
İnsan’dan sonra Bekir Şahin’in kurduğu Ağaç Yayıncılık’ta karar kıldım. Ağaç Yayıncılık, peş peşe yayınladığı nitelikli kitaplarıylayayın dünyamıza bir kuyrukluyıldız gibi ağmış ve birkaç yıliçerisinde ne yazık ki kapanmıştır. Alternatif Üniversite adı altında yayınladığı 30 kadar kitaptan başka 7 ciltlik Osmanlı Ansiklopedisi ile de ciddi bir başarıya imza atan AğaçYayıncılık’ın bugün geride hala kapatılamayan bir krater bırakarak nisyana gömüldüğünü görünce insan üzülmeden edemiyor doğrusu. 1978’lerde Yeryüzü Yayınları ile başlayan entellektüel çizginin parıltılı bir devamı olmuştur AğaçYayıncılık.
İz Yayıncılık ise son durağım oldu. Ahmet Şişman’ın kurduğu, sonradan Recep ve Mahmut Kış kardeşlerin sahipliğinde yayınına devam eden İz Yayıncılık, 8 yılda yayınladığı 250 kitapla en hızlı ve nitelikli kitap yayınlayan yayınevlerimizden birisi olarak yayın dünyasında haklı bir itibar kazandı. Önce İzlenim dergisini çıkartmak üzere girdiğim İz bünyesinde, yayın yönetmenliğine getirildiğim son iki yılda 100’e yakın kitap yayınladım; hem kapak ve iç düzenlerinde, hem de kitapların seçimi ve yayına hazırlanmasında belli bir seviye tutturmaya gayret gösterdim. Şimdi nerede miyim? Geçtiğimiz ay kafamda birçok yeni projeyle ayrıldım İz Yayıncılık’tan. Belki bir süre serbest yazarlık yapacağım, yeni projelerimden birini gerçekleşme safhasına taşıyıncaya kadar.
O projeler hiç bitmez ve iyi ki de bitmez. Yoksa hayat da biterdi benim icin.