Kültür Bakanlığı’nın “ayıp” kitabı
Rahmetli Ahmet Taner Kışlalı’nın bakanlığı zamanında “bile” Kültür Bakanlığı tarafından sansürlenerek yayımlanabilen Romalı şair Catullus’un seçme şiirleri, içinde bulunduğumuz yıl yeniden, genişletilerek ve sansür edilmeden (!) aynı bakanlık tarafından piyasaya sürüldü.
Bir ülkede Kültür Bakanlığı yayıncılık alanında ne iş yapar? Milli kültürünü tanıtan kitaplar yayımlamak kadar dışarıdan çevrilecek yayınları seçer, denetler ve genel okuyucuya güvenle edineceği kitaplar sunar, değil mi?
Ne gezer efendim, ne gezer? Bizde Kültür Bakanlığı’nın bir kanadı, Batı’dan ne kadar muzahrafat varsa aktarmaya memur bir müstemleke zihniyetiyle yayın yapıyor maalesef. Evet, Osmanlı tarihiyle, kültür ve edebiyatımızla ilgili faydalı kitaplar da neşretmiyor değil; ama araya öyle kitaplar sıkıştırıyor ki, evlere şenlik.
Catullus’un şiirleri de bu “araya sıkışan” kitaplardan biri. Doğrusu bu kitabın bu haliyle bizim ödediğimiz vergilerle çıkarıldığına inanmak istemiyorum.
Şimdi bazıları diyecek ki, efendim sen de mi sansürcü oldun? Hayır efendim, bu konunun sansürle bir alakası yok. Öyleyse neden bu tehevvürüm? Şundan:
Güngör Varınlıoğlu tarafından Latince’den dilimize çevrilen Şiirler’in büyük bir kısmı, açıkça pornografik. Evet düpedüz pornografik şiirler bunlar. Hem de öyle böyle değil, erkek erkeğe cinsel ilişkileri adlı adınca dile getiren şiirler var içlerinde. Özellikle de 16, 21, 23 ve 25 numaralı şiirler.
Maaselef örnek veremiyorum, sevgili okuyucularım. Belki de ilk defa bir kitabı almamanızı öğütleyeceğim buradan.
Ancak bir çift sözüm var Sayın Bakan İstemihan Talay’a. Kendisine, özellikle Osmanlı yılında gösterdiği bazı çabalarından dolayı teşekkür ediyoruz, lakin bu kitabı, bir an önce, behemahal, rezalet iyice ayyuka çıkmadan toplatmalıdır.
Bu bir sansür değil, dediğim gibi. Mütercim de zaten bir seçme yapmış Catullus’un şiirlerinden. Yani bir bakıma kendisi bir nevi (artık ölçüsü neyse) “sansür” uygulamış. Üstelik basılan kitapta bazı yerlerin nokta nokta geçilmesinden de belli ki, istemediği, uygun görmediği yerleri çıkarmış şiirlerden. Bazı şiirleri ve şiirlerin bazı kısımlarını kitaba almadığına göre, şiir değeri olmayan, sadece eşcinsellik arzularını dile getiren bu şiirleri de pekala almayabilirdi kitaba.
Ahmet Taner Kışlalı’nın yayınlamaya cesaret edemediği ve sansürlettiği şiirleri, İstemihan Talay’ın, üstelik de bir deprem felaketinin yaşandığı şu hassas günlerde milletin parasıyla bastırması, en hafif deyimle gerçek bir talihsizlik olmuştur.
İlla Latin edebiyatından bir şeyler basmak gerekiyorsa, Horatius’un Epodları, Lucianos’un yazıları (ki eserlerinden Nurullah Ataç tarafından 3 ciltlik bir seçme daha önce yayınlanmıştır) ne güne duruyor?
Bir çadır alacak parası bulunmadığı için bu soğukta tir tir titreyen binlerce ailenin çektikleri karşısında Kültür Bakanlığı Yayınları’nın böyle bir kitabı ikinci defa, üstelik “livata” sahnelerini ekleyerek basmasına akıl sır erdirmek zor görünüyor.
İnsan mezbahaları
Bu köşenin müdavimleri belki hatırlayacaktır. 13 Ağustos 1999 tarihinde, yani 17 Ağustos depreminden sadece 4 gün önce bir yazı yazmıştım. Başlığı, “Ruh mezbahaları” idi. Bakın o yazıda, neler demişim, beraberce hatırlayalım:
“Günümüzde şehir, bireylerin özgürlüğünün olduğu kadar tabiatın da dışlandığı, insanın temel değerlerinin güvenlik adına kurban edildiği bir mezbaha olup çıkmıştır. (Nietzsche olsa, “ruh mezbahaları” derdi.)
Güvenlik ve konfor, rahatlık, ihtiyaçların tatmini, evet. Şehir bunları fazlasıyla sağlıyor.
Fakat insan, fıtri tarafıyla şehirlerden sürgün edilmiş hissediyor kendisini. Bedeni şehirden hoşnut; fakat gelin görün ki, manevi bir sakatlanmadan da muzdariptir.
Fırsatını bulunca şehrin dışına kaçması, iki katlı müstakil bir eve, bahçesinde maydanoz yetiştirmek, ıslak toprak kokusunu ruhuna emdirmek için yönelmesi bundan.
Bir kere daha açık mekan kültürleri, yani özgürlük, yani fıtrat baskın çıkmaya başlıyor insanlık tarihinde.”
“İçime doğmuştu” diyemeyeceğim, zira şehir üzerine yeni bir yaklaşım getirme denemelerimden biriydi sadece bu yazı da. Ancak şehirlerimizin gidişinin hayra doğru olmadığı, sadece sezgiyle değil, akılla da bilinebilecek kadar ayan beyan ortadaydı aslında. Gözü açık olmak yetiyordu gidişatın felakete doğru olduğunu görmeye.
Fakat ben Nietzsche’den mülhem olarak “ruh mezbahaları” demişim şehirlerimize. Bu yazının yayımlanmasından sadece 4 gün sonra en gelişmiş (!) denilen şehirlerimizin gerçek birer “beden mezbahası”na döneceğini nereden bilebilirdim?
“Mezbaha”, deprem sırasında bir mecaz olmaktan çıktı, bildiğiniz gibi cesetler bir süre mezbahaların soğuk hava depolarında da bekletildi. Benzerliğin bu kadarına da pes doğrusu!
Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi, isabet kaydettiğinde bile kalemin utanacağı anlar vardır. 13 Ağustos tarihli yazım da bu utanılacak yazılar listesine geçti ne yazık ki!