Medeniyetin bedeli
Bir süredir yine Cevdet Paşa’nın tarihiyle (Tarih-i Cevdet) sarhoşum. Her okuyuşumda biraz daha iyi fark ediyorum ki, Paşa’nın her paragrafı, hatta her cümlesi üzerinde ciddi arkeolojik kazılar yapmak gerekir.
Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895); Tanzimat döneminin, üzerinde mutabakata varılabilen ender şahsiyetlerinden. Batıcılar onun “modern bilim adamı” yönünü vurgularken, İslamcı-muhafazakarlar Tanzimat’a karşı geleneği savunan bir alim olduğunu öne sürerler. Oysa herhangi bir nevzuhur görüşün kafesine sığmayacak kadar çaplı bir zekadır o.
Tarih-i Cevdet dikkatle okunduğunda, insanı şaşkına çeviren pek çok fikirle karşılaşılır. Cümlelerin, kelimelerin arkasından bu büyük zekanın iddiaları, tenakuzları, iktidarla yakın ilişkilerinden kaynaklanan tereddütleri, zamanının kısır düşüncelerine karşı isyanları.. ayan beyan ortaya çıkar. Tarih-i Cevdet, kısacası, çözülmesi gereken pek çok şifreyle dolu 12 ciltlik bir hazine.
Birinci ciltte öyle bir görüşü var ki Paşa’nın, Osmanlı tarihine dair alışılmış, klasikleşmiş, kemikleşmiş yorumların ödünü koparmaya yetiyor.
Hani bu köşede zaman zaman Osmanlı tarihine farklı bakabilmenin önemi üzerinde duruyor, özellikle Osmanlı gerileme tarihiyle ilgili olarak “Osmanlı gerçekten geriledi mi?” türünden aykırı görüşler öne sürüyorum ya, Paşa’nın bundan tam 145 yıl önce söyledikleri (tarihinin ilk cildi 1854’te çıkmıştır) benim bile dudağımı uçuklattı. Şöyle diyor 5. bölümün ilk paragraflarında:
“Bizden önce gelenlere gizli olmayan, incelenmiş haberlere göre Devlet-i Aliyye Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretleri’nin saltanatı zamanına gelinceye kadar sade bedevilerin durumuna yakın bir halde olup topraklar genişledikçe usul ve kaideler konulmuş, gerek artan zenginliğe, (gerekse) tabii olarak durumun değişmesine, sefahatin karışık sonlarına bir gune istek ve arzu duyulmamıştı. Sultan Süleyman devrinde ise kısa zamanda birçok memleketler daha Osmanlı toprağına katılmış, devletin sınırları genişlemiş ve memlekette üstün derecede artan zenginlik, tabii olarak durumun değişmesine sebep olmuştur. Bu da dünyada tabiatın gelişmesi icabı olduğu cihetle “Niçin oldu? Bedeviler gibi kalınmış olsa daha iyi olmaz mı idi?” denilmekle zamanın mecburi hüküm ve emirlerini inkar etmek olur. Zira.. tabiatın gidişine karşı koyup da eski durumunda kalmakta direnen ve ısrar eden kavimler, boşluk ve yokluk denizine düşmüştür.”
Cevdet Paşa’ya göre zamanın icap ettirdiği değişikliklere sırtını dönen devletler, şartların oluşturduğu seller altında kalarak darmadağın olurlar. Mesela 200 yıl önce pek mükemmel ve hayırlı bir kavmin mizacında ve dünya milletlerinin gidişinde etkili olan kanun ve usuller, zamanla değişir ve işe yaramaz hale gelir. Yöneticilerin görevi, idareyi geriye, eski şartlara döndürmek değil, bugünkü ihtiyaçlarına ve zamanın hükmüne uydurmaktır. (Bu cümle, Kanuni dönemine dönülmesini tavsiye eden Koçi Beğ gibi düşünenlerin eleştirisi olarak da okunabilir.)
Cevdet Paşa’nın bu son derece yerinde uyarısı, hele hele ilk cümlede dile getirdikleri, mevcut Osmanlı tarihi yaklaşımlarını alt üst edecek kadar radikaldir bana göre. Ona göre Osmanlı Devleti, Kanuni dönemine kadar “bedevi” bir karakter arz etmektedir. Burada “bedevi” terimi, göçebe, Yörük’ten çok, medeniyetin lüks ve nimetlerine dalmayan, asabiyetini muhafaza eden anlamlarında kullanılmıştır ve besbelli ki İbn Haldun’dan mülhemdir.
İbn Haldun, bedevilik ve hadarilik (medenilik) safhalarına ayırıyordu insan toplumlarını. Devletler ve toplumlar, bedevilikten hadariliğe doğru sürekli bir akış halindedirler. Bedevilik döneminlerinde saf, tabii, bozulmamış olan toplum ve devletler, zamanla medenileşmekte ve başlangıçtaki özelliklerini yitirerek lüks, israf, sefahat ve rahatlığa düşmektedirler.
Cevdet Paşa, bir sosyal tarihçi edasıyla Kanuni dönemine kadarki Osmanlı tarihini -bu cümlesiyle- bir yükselme ve genişlemeden çok, bedevilik dönemi özelliklerinin korunduğu özel bir dinamizmin eseri olarak görmektedir. Kanuni dönemi, asayiş ve huzurun sağlandığı, devletin daima kuvvetlenip genişlediği, memleketin günden güne mamur hale geldiği, hazinelerinin dolup taştığı bir dönemdir. Fakat tam da bu dönemde, yani bedevilikten medeniliğe “mecburen” geçildiği bu zirve noktasında, birçok ihtilalin tohumları da ekilmiştir. Zirve, ona göre, bir yükselişin nihayeti değil, bir dönüşümün başladığı noktadır. Kanuni ona göre, devleti medenileştirirken, içine bozulmanın tohumlarını da eken kişidir.
Ezcümle, medeniyetin bir bedeli olduğu fikri, Freud’dan önce Cevdet Paşa’nın tarihinde dile getirilmiştir.