Medreseden aklî ilimler çıkarıldı mı?
Toplantı salonlarına çöken bir sessizliktir başlangıçta soru-cevap fasılları. Kısa bir acaba, bir tereddüt ve derken arkası çorap söküğü gibi gelir. Lakin soruların bir demeti, mutlaka bilimle ve medreselerle ilgilidir. Efendim, neden Osmanlı’da ‘büyük bilim adamları’ yetişmemiştir? (Sanki mevcut olanları yeterince tanıyormuşuz gibi!) Medreseler neden zamanla bozulup yozlaşmış ve ‘Batı’yı takip edememiştir? Ve, sonunda iş dönüp dolaşıp o kritik noktaya dayanıyor: Kanuni Sultan Süleyman zamanında medreselerden aklî ilimlerin çıkartması, Osmanlı’nın geri kalmışlığının ana gerekçelerinden biri midir?
En fazla da sonuncusu acıtmış olmalı içlerini. Osmanlı’nın gerileme sebeplerinden birisine yapıştıklarına inananlar, onu ellerinden bırakmak istemiyorlar. Neden derseniz, işin ucunda bugünkü geriliğimizin açıklaması yatıyor da ondan. ‘Bugün’ adlı matkabın beynimizde açtığı oyuğu geçmişe fatura ederek kurtulmaya çalışıyoruz açıkçası. Bu mümkün mü? diye düşünmeden hem de… Yani Kâtip Çelebi’yi yanlış okuma kılavuzu, bir çip halinde yerleştirilmiş beyinlerimize sanki. Güya üstat medreselerden aklî ilimlerin, felsefenin çıkarıldığını söylemiş ve ‘Osmanlı işte bu yüzden battı.’ demiş! Yahu el-insaf! Bir kere adam böyle bir şey söylemiyor. İkincisi, söyledi diyelim, biz tarihte her söylenene inanacak kadar çocuk mu görüyoruz kendimizi. Hiç mi gözümüzü açmayacağız? Ne zamana kadar kulağımıza fısıldananları bir muska gibi bağrımıza basacak ve içini okuma zahmetine katlanmayacağız? Meselenin aslı faslı nedir diye bir soruyu aklımızın gönderine çekmemeye yeminli miyiz yoksa?
Kâtip Çelebi bu konuya iki ayrı kitabında değiniyor. “Keşfü’z-Zünûn”da isim vermeden bir Şeyhülislamın medreselerde felsefe derslerinin okutulmasını yasakladığını, dolayısıyla bu zatın Osmanlı Devleti’nde ilimlerin çökmesine sebebiyet verdiğini ifade etmektedir. Fakat bugün Osmanlı’nın gerilediği tezini haz duyarak tekrarlayanların dillerinden düşürmedikleri asıl alıntı, “Mizânü’l-Hakk” adlı eserindendir. Kâtip Çelebi’nin bu kitabında söyledikleri şöyle özetlenebilir:
Osmanlı Devleti’nin başlangıcından Kanuni devrine kadar aklî ve naklî (geniş anlamda felsefî ve dinî) bilimleri uzlaştıran gerçek araştırmacılar mevcuttu. Hatta Fatih, ünlü medreselerini yaptırdığında vakfiyesine “kanuna göre iş görülüp okutulsun diye” “Hâşiye-i Tecrîd” ve “Şerh-i Mevâkıf” derslerinin okutulmasını bildirmişti. Daha sonra ise bu dersler “felsefiyattır” diye kaldırılmış ve onların yerine “Hidâye” ve “Ekmel” dersleri konulmuştur. Bu yüzden zamanla ne felsefiyat kaldı, ne de “Hidâye” ve “Ekmel”. Osmanlı ilim pazarına kesat geldi ve bunları okutacak âlimler bile kalmadı. Ancak Doğu’daki medreselerde eski kitaplar okutulmaya devam ettiği için buralardan İstanbul’a gelen talebeler İstanbul’daki alimlere taş çıkartır oldular.
Bütün mesele bu kısa paragrafın başının altından çıkıyor işte. Şimdi bakalım ne diyor Kâtip Çelebi. Bir defa Kanuni devrine kadar olan kısma bir şey demiyor. İkinci olarak Fatih’in medresesinin vakfiyesine iki kitabın kanun üzre, yani zorunlu olarak okutulmasını yazdırdığı söyleniyor. Peki bu kitaplar kimlerindir? “Hâşiye-i Tecrid”, Nasirüddin Tusî adlı Şii alimin İsfehanî tarafından yapılan şerhine son büyük kelamcı kabul edilen Seyyid Şerif Cürcanî tarafından düşülen notlardan (hâşiyelerden) ibaret meşhur bir felsefe ve kelam kitabıdır. “Şerh-i Mevâkıf” ise Adüdüddin İcî’nin kelam kitabı “Mevâkıf”a yine Cürcânî tarafından yazılan açıklamadır. Bu eserin Tunus ve Mısır’daki medreselerde hâlâ okutulduğu biliniyor. Eğer sadece bu iki kitabın denildiği gibi müspet bilimlerin gelişmesine bir faydası olsaydı Mısır ve Tunus’ta bu kitapları okuyanların bilimin zirvesine uçması gerekirdi. Uçtular mı?
Yani Kâtip Çelebi’nin müspet bilimleri taşıma görevini yüklediği bu iki kitap, sonuçta medreselerde okutulan diğer kitaplardan çok da farklı değildi. Fakat buradaki asıl mesele şu: Bu eserler gerçekten de Çelebi’nin dediği gibi medreselerde yasaklandı mı? Bunun doğru olmadığını en başta Katip Çelebi’nin kendi ağzından anlattığı hayat hikayesinden öğreniyoruz. Kanuni devrinden en az yarım yüzyıl sonra medreseden ders alırken Kâtip Çelebi’nin “Mevâkıf” şerhini okuduğunu biliyoruz. Hatta Kanuni’den yaklaşık 1,5 asır sonra ölen Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin otobiyografisinden kendisinin “Tecrid” şerhini okuduğunu öğreniyoruz. Dahası, 20. yüzyıl başlarındaki bazı alimlerin de Katip Çelebi’nin müfredattan kaldırıldığını söylediği her iki eseri okumuş olduklarını Cevat İzgi’nin muhteşem çalışması “Osmanlı Medreselerinde İlim”inde ve Muallim Cevdet’in “Mektep ve Medrese”sinde tespit ediyoruz.
Dahasını söyleyeyim: Katip Çelebi bu iki kitabın medreselerden (belki bazılarından ama kesinlikle tamamından değil) kaldırıldığını ve yerine iki fıkıh kitabının okutulduğunu söylerken de yanılıyor olmalı. Çünkü medreseden kelam dersleri 20. yüzyıla kadar kalkmadı ki! Kelam derslerinin kaldırılıp yerine fıkıh derslerinin konulduğuna dair de bir bilgimiz bulunmuyor. En başta Taftazanî’nin “Şerh-i Makâsıd”ı asırlar boyunca okutulmuştur.
Öyleyse koca Osmanlı medresesinin tarihini bir iki kitabın müfredattan kaldırılması hadisesine, yani idarî karara kurban verdiğimizi görelim.
* Bir gazetede dipnot kullanmak uygun kaçmıyor, lakin kaynak belirtmeyince de yararlandığım eserlere haksızlık ettiğim duygusuna kapılıyorum. Nitekim geçen haftaki yazımda yararlandığım Zekeriya Kurşun’un değerli çalışması “Katar’da Osmanlılar” (TTK Yay., 2004), bu konuda yazılmış hemen tek kaynaktır.
Do you want Search?
Random Post
Search