Menderes’ten darbecilere ‘işbirliği’ teklifi
Sonradan cumhurbaşkanı olarak silahların gölgesinde Çankaya’ya tırmanacak olan Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Cemal Gürsel, 2 Mayıs 1960 günü Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’le yaptığı görüşmede bir konuda mutabakata varmıştı.
Kendisi emekliye ayrılacaktı, Bakan’ın da gidici olduğu söyleniyordu. Ancak her ikisinin de Celal Bayar’la arası iyi değildi. Öyleyse hâlâ halk tarafından sevilen Adnan Menderes Köşk’e çıkmalı ve işleri düzeltmeli, kırgınlıkları gidermeliydi.
Başvekil’e bir mektup yazılmalı ve uyarılmalıydı. Ancak Yassıada duruşmalarında Mahkeme Başkanı Salim Başol’un Adnan Menderes’e yönelttiği ikazda dediği gibi değildi işin aslı. “Cemal Gürsel size gereken uyarıyı bir mektupla yapmış. Niçin gereğini yerine getirmediniz?” demişti Başol ve mektubu okutmuştu. Ethem ve Adnan Beyler mektubun bir maddesinin değiştirildiğini fark ettiler ama itiraz etmediler. Aslı böyle değildi, demediler. Hatta Adnan Bey, avukatı Burhan Apaydın’ın mektubun aslının okunması talebini dahi reddetti. Okutmadı.
Neden peki?
Doğru ya da yanlış, merhum Adnan Menderes, kendisine göre bir savunma stratejisi belirlemişti. Bu stratejide askere ve darbecilerin kurduğu Milli Birlik Komitesi’ne en ufak bir sataşmada bulunmayacak, onlara daima güven verecekti. Hele o mektubu yazan ve kendisini cumhurbaşkanlığı makamına layık gören Cemal Gürsel yok mu, onunla iyi geçinecek, üzerine toz kondurmayacaktı. Umudu, bu stratejiyle muhtemel bir affa layık olabilmekti.
Oysa sabık Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu gibi darbecilere direnen Demokrat Partililer yok değildi. Hatta Bayar’ın asker Köşk’ü bastığında darbecilere silah çektiğini ve son çare olarak intihar etmek üzere silahı kafasına dayadığını, ancak bunda başarılı olamadığını biliyoruz. Kendisini Çankaya Köşkü’nün merdivenlerinden sürükleyerek çıkaran subaylara, “Ben halkın oyuyla geldim, beni buradan çıkartamazsınız” diye bağırıyordu 77 yaşındaki kurt İttihatçı.
Ne yazık ki, Adnan Menderes onun kadar güçlü ve olayların sacında pişmiş bir iç dünyaya sahip değildi. İlk darbeyi yediği “bebek” davasından sonra tek bir kurtuluş yolu olduğunu görmüştü: İyi geçinmek ve hatadan dönülmesini beklemek. Denilebilir ki, Menderes, idam kararına kadar idam edileceğine inanmadı. Çünkü bir hata işlediğine inanmıyor ve bu hatadan dönüleceği, affa uğrayacağı ve yıldızının tekrar parlayacağı ana kavuşacağı umuduyla yaşıyordu. Bu yüzden idam kararı yüzlerine okunduğu zaman Bayar kulaklığını yere fırlatıp sert adımlarla dışarıya çıkmış, Menderes ise kelimenin tam anlamıyla olduğu yerde çökmüştü.
Ne diyorduk? Evet, Menderes tek çıkış yolu olduğunu görmüştü. Değil mi ki kendisini cumhurbaşkanlığına layık görenler yapmıştı darbeyi, kendisini kayıracaklar, en azından affedeceklerdi. Zaten aynı duygularla hareket etmişti 27 Mayıs sabahından itibaren. Son ana kadar askerlerin kendisini darbecilere karşı korumak üzere alıkoymaya geldiklerini düşünmüştü.
Ne masumiyet yarabbi! Yoksa ne gaflet mi demeliydim?
Bakan arkadaşlarından Mükerrem Sarol’a bakılırsa, Menderes’in “Orduya inancı kutsal bir tutku gibiydi.” Hatta yakalandıktan sonra getirildiği Harbiye’de darbenin kudretli albayı Alparslan Türkeş’e söylediği şu sözlerin sürpriz olmadığını bilmek lazım: “Size yardımcı olmak isterim. Arzu ederseniz, kendi sesimden teybe beyanat vereyim. Arzu ederseniz, kendi el yazımla bir bildiri yazıp size vereyim…”
Ne demek şimdi bu? Birtakım subaylar darbe yapıp hükümeti devirmişler, Atatürk’ün 1924 Anayasası’nı ihlali bırakın, düpedüz ilga etmişler, parlamentoyu feshetmişler, süngü zoruyla yönetime el koymuşlar ve siz, milyonların ümidi olan bir başbakan olarak darbecilere işbirliği yapmayı veya yardımcı olmayı teklif ediyorsunuz. Olacak şey mi?
Ama olur… Adnan Menderes, baştan beri askerin yanlış yapmayacağına inandırmıştı kendisini. İhtilal olacağına dair ihbarlar geldiğinde tepkisi daima sert olmuştu: “Ben Türk ordusuna hakaret ettirmem” diyordu da başka bir şey demiyordu. Darbeyi Türk ordusuna hakaret sayıyor, ihbarı getirenleri (mesela Samet Kuşçu’yu) cezalandırıyor, sürgüne göndertiyordu.
İşte Menderes, aynı mantıktan hareket ederek mahkemede o mektubun okunmasına karşı çıkmıştı. Mektup okunsa darbecilerin devlet başkanı yaptıkları Gürsel ağır bir yara alacaktı belki; ama muhtemelen Menderes’in önü iyice tıkanacaktı. Çünkü aynı zamanda darbeciler de darbe yiyecekti. Öyle ya, devlet başkanları, darbeden 24 gün önce şimdi idamla yargıladıkları Başbakan’ı övgüye boğuyor ve bir karşı darbeyle onu cumhurbaşkanlığına getirmeyi teklif ediyordu.
Menderes açısından mesele şöyle görünüyordu: Mektup okunsa cunta belki daha da hırçınlaşacak, bir kurtulma ümidi varsa o ümidi de söndürmek üzere harekete geçecekti. Bunun için yerinden fırlayıp avukatının şaşkın bakışları arasında, “Devlet Başkanı’nın mektubunun burada okunmasını istemiyorum” diyecek, böylece mahkemede eline geçen en büyük kozu kullanmayacaktı.
Hani muhteşem Cevdet Paşa’mız, Sultan Abdülaziz için, “Darbeciler kendisini almaya geldiklerinde direnseydi kazanırdı” der ya, 1876’dan 1960’a, oradan bugüne kadar uzanan 131 yıllık darbeler tarihimizin bam teline basar bence. Nitekim 27 Mayıs darbesinde İstanbul 3. Zırhlı Tugay komutanı olan Orhan Erkanlı’nın hatıralarında dediği gibi, “Yassıada mahkûmları ağız birliği ederek ‘Biz milletin seçilmiş temsilcileriyiz, sizi tanımıyoruz, hiçbir sorunuza da cevap vermeyeceğiz, elinizden geleni ardınıza koymayın’ diye gürleselerdi yapacak hiçbir şeyimiz yoktu.” Gerçekten de ne yapabilirlerdi böyle bir durumda? m.armagan@zaman.com.tr
13 Mayıs 2007, Pazar