Merkel’in kanlı kupası

BASINDA 27 Mart 2007 günü çıkan haberlere göre, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’a üzerinde Napolyon’un Osmanlı’yı yenişini gösteren kabartma bulunan bir kupa hediye etmesiyle ilgili olarak ‘AB’nin geçmişten ziyade gelecekle ilgilenmesi gerekir, gelecekle ilgili vizyonu varsa gelecekle ilgilenmesi gerekir. Geçmişle uğraşmak AB’nin vizyonuna da pek yakışmaz’ demiş. İlginç bir yaklaşım Abdullah Gül’ünki. İlginç ama aynı zamanda Türkiye’nin içerisinde kıvrandığı yakıcı çelişkiler girdabını ayna gibi ele veren bir itiraf bu… Daha doğrusu, neredeyse bir asırdır maruz kaldığımız hafızasızlık (amnezi) ve unutkanlık hünerimizi Avrupa serhaddine akıncı kolları gibi gönderme çabamızın uğradığı derin bir hezimet gizli bu sözde.

Hiç bıkıp usanmadan başımızı vurduğumuz bir taş duvar karşısındayız: Avrupa unutmuyor, biz hatırlamıyoruz…

Ve nihayet geçmişi hatırlamayışımızın, üzerine hiç yüksünmeden sünger çekişimizin bir erdem gibi kabul edilmesini istiyoruz Avrupalı muhataplarımızdan.

Halbuki bizim için vukuat-ı adiyeden olan bu unutmanın bir Avrupalı için ne korkunç, ne kadar tahripkár bir talep olduğunu bilsek teklifte bulunmayı aklımızdan geçirir miydik? Bilmiyoruz çünkü cümle alemi kendimiz gibi biliyoruz. Biz unutuyoruz ya, unutmayı bir erdem olarak sunuyoruz ya, geçmişimizden koptuğumuz için madalya bekliyoruz ya, Avrupalı bireyin geçmişini bu denli sık ve inatla hatırlamak ve üstelik bize de tarihimizi hatırlatmak istemesi karşısında bir nevi öfke, hatta hınç duyuyoruz. Geçmişle uğraşmak yerine gelecekle ilgilenmek…

Bir Avrupalı zihin için ne kadar beyhude bir tekliftir bu, bir bilsek…

Geçmişi hatırlamayanların geleceklerinin da olmayacağını söyleyenlerin en çok, hele bizden milyonlarca defa çok, Avrupa kıtasından çıktığını görsek…

Geçmişin bugün ve gelecek olduğunu söyleyen hatta asıl geleceğin geçmiş içinde gömülü olduğunu söyleyen, bizi geleceğe geçmişin dalgalarının sürüklediğini ifade eden 20. yüzyılın en cins kafalarından Martin Heidegger’in Angela Merkel’in bir hemşehrisi olduğunu öğrensek… ‘Geçmiş geçmemiştir’ diyenin Nobel Ödüllü bir Amerikan yazarı, William Faulkner olduğunu fark etsek…

Herhalde ilişkilerimizi daha farklı bir düzlemde sürdürürdük Avrupa’yla.

PAPAZ KIZI MERKEL

Angela Merkel’in biyografisinde ilginç bir nokta gözümüzden kaçmıyor. 1954 Hamburg doğumlu. Yani Batı Almanya’da doğmuş ama babası Lutheryan mezhebine mensup bir papaz olduğu için kilise onu Doğu Almanya’da bir mahalle kilisesine tayin etmiş, böylece Merkel de komünist blokta dinî vazifesini yapan bir papaz kızı olarak büyümüş.

Bir Lutheryan papazının kızı, üstelik Doğu Almanya’da büyür de tarih öğrenmez olur mu? Avrupa’nın tarihinin Hıristiyanlıkla olan asal bağlantısını görmemesi mümkün mü bu şartlarda yetişen bir çocuğun?

Ancak Merkel yalnız geçmişi değil, geleceği de ‘iyi’ gördüğünü, daha 10 gün önceki ‘Size bütün söyleyebileceğim, 50 yıl içinde ilişkilerimizin daha yakın olacağıdır’ demeciyle de göstermiş oldu. Demek ki, hüküm verebilmek için karşımızdaki fizik doktoru olan kimyacı kadın başbakanı iyi tanımamız gerekiyor.

KİM MODERN KİM GELENEKÇİ

Avrupa’nın dinle temasını bilmeden, tarihe verdiği önemi ve bu temel üzerinde bir gelecek vizyonu çizdiğini anlamadan yapılacak her analizimiz, topal veya kör kalmaya mahkûm olacaktır.

Nitekim erken yaşta kaybettiğimiz değerli tarihçi Marshall G. S. Hodgson, ısrarla Avrupa’nın modernliğini yanlış yorumladığımızı söylüyordu. Ona göre Avrupa modernliği, yalnız teknikalistik düzeyde gerçekleşmiştir. Bunun dışında kalan alanlarda Avrupa’nın geçmişinden kopma anlamında modernleştiğini söylemek mümkün değildir ona göre. Modernliği geçmişinden kopma, gelenekselliği ise geçmişiyle baş başa, diyalog halinde yaşama anlamında alacak isek, Avrupa dünyadaki en geleneksel, Avrupa dışındakiler en modern toplumlardır. Tarihçinin yüzeydeki köpüklerle değil, derinlerdeki akımlarla uğraştığını bu sözden daha güzel ne anlatabilir ki?

Bize paradoks darağaçları kurmaktaki maharetine bayıldığım Hodgson’ın tezini anladığınız zaman modernliğin hemen bütün kurucu yeniliklerini Avrupa’nın kendini ve dünyayı okuyuş biçimine, yani bölgeciliğe indirgemek mümkün olacak, Avrupalılaştığını sanan toplumların da hayal… taklit (mimicry) seansları ile sadece durumu idare etmekte olduklarını ayan beyan göreceğiz.

İNEBAHTI ŞARABI…

Belki vereceğimiz birkaç somut misal meseleyi daha iyi anlamamızı sağlayacak ipuçları uzatabilir ve Merkel’in Chirac’a sunduğu zafer kupasını daha gerçekçi bir çerçevede okutabilir.

5 Mart 1998 tarihli Hürriyet’in ilk sayfasına bakanlar gözlerine inanamamış olmalı. Habere göre İspanya Kralı Juan Carlos’un resmi davetlisi olarak katıldığı törende zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in masasına şarap servisi yapılmış. Diyeceksiniz ki, ne var bunda? Bu tür yemeklerde şarap ikramından daha tabii ne olabilir? Zaten ben de işin orasında değilim. Dikkat çekmek istediğim ayrıntı, başka: Şarabın markası. Haberden öğreniyorduk ki, masaya servis edilen şarabın markası Lepanto imiş. Lepanto, yani İnebahtı, yani İspanya’nın başını çektiği bir Haçlı filosunun Osmanlı Deniz Kuvvetleri karşısında kazandığı ilk büyük zaferin Avrupa kıtasındaki adı.

İspanya gezisini dört yıl sonra (10 Ağustos 2002) Sabah gazetesine değerlendiren Hulusi Turgut ise Demirel’in arkasına asılan tabloya dikkatimizi çekiyordu. Ne kadar gariptir ki, Cumhurbaşkanımızın önüne oturtulduğu bu tablo da İnebahtı Deniz Savaşı’nı tasvir etmektedir!

Biz unutabiliriz tarihi. Üzerine oturduğumuz büyük tarih birikimi karşısında rahat ferahat uyuyabiliriz. İyi uykular! Lakin ‘modern’, gelişmiş, yani yeniliğe açık zannettiğimiz Avrupa asla unutmuyor, asla uyumuyor.

Lütfen bunu iyi görelim.

ESİRLER KURŞUNA DİZİLDİ

İşte Angela Merkel’in Jacques Chirac’a sunduğunu basından okuduğumuz ve üzerinde Napolyon’un Mısır’da kazandığı zaferin kabartması bulunan kupanın arka planında bu unutmayan, hatta unutmak bir yana, sürekli kendisini köklerinden yeniden üretme peşindeki bir uygarlığın ayak sesleri duyulur.

İsterseniz biz de Napolyon’un Mısır seferinde Akka kuşatmasında Cezzar Ahmed Paşa karşısında uğradığı yenilgiyi hatırlatan bir kupa hazırlayalım Chirac için. Modern Avrupa’nın kurucusu kabul edilen Napolyon’un daha önce bir Fransız subayı olarak Osmanlı ordusunun hizmetine girmek için yaptığı başvuruyu ve aldığı 4 bin Müslüman esiri Mısır’da köşe kapmaca oynarken sırf kendisine ayak bağı oldukları için serbest bırakmak yerine nasıl kurşuna dizdirdiğini de hatırlatalım mı?

Yalnız bizim hazırlayacağımız kupa mecburen kan renginde olacaktır korkarım.

Bir cevap yazın