Meşrutiyeti az daha Dadaşlar ilan edecekti. Keşke…
Hiç düşündünüz mü: Yüz yıl öncenin temmuzunu yaşıyor olsaydınız yüzünüzün rengi ne olurdu? Daha kırmızı olacağından eminim de, mahcubiyetten değil, gün yirmi dört saat sokak ve caddelerde nümayiş yapmaktan.
Hele kanları kaynayan gençler iseniz ellerinizde bayrak ve pankartlarla sokaklara dökülür, yakalarınıza Serasker Rıza Paşa’nın resmini takar, ay yıldızlı bayrağa bir haç ilave ederek yolları arşınlıyor olurdunuz büyük bir ihtimalle. Henüz ağzınızı doldurup Sultan Abdülhamid’e açıkça lanet okumasanız bile (ki bunun için tahttan indirilmesini beklemeniz gerekecektir), “Hürriyet, Müsavat, Adalet” sloganlarını kulaklarınızın dibinde mermi gibi vızıldadığına tanık olurdunuz.
Kısaca söylersek, yüz yıl önce bugünlerde yer yerinden oynuyor, pek çok Abdülhamid taraftarının ayağının altından toprak kayıp giderken, sokaklara dökülmüş milyonların ayakları yerden kesiliyordu.
Bence bugün bile ayağımız yere değmiş sayılmaz. Çünkü bu heyecan devrinin yaktığı ateş henüz soğumadı. Baksanıza, Resneli Niyazi’nin kendisine emanet edilmiş tabur kasasından para gasp ettiğini yazdım diye bir ölüm tehdidi almadığım kaldı. Bir orgenerali vuran üsteğmen Atıf Bey’in düpedüz katil olduğunu ve bu zatın başka bir özelliği olmadığı halde Cumhuriyet devrinde de milletvekilliğiyle ödüllendirildiğini yazdım diye şahsıma hakaretler yağdırıldı.
Yanlış anlaşılmasın, şikâyet diye söylemiyorum. Hamama giren terler sonuçta. Söylemek istediğim, yakın tarihimizin henüz dumanı tütüyor ve biz bu tarih karşısında hâlâ birer tarafız.
Bir de cehalet var ki, diz boyu. Kabataslak tarih malumatıyla meseleyi aydınlatacağım diye ortaya çıkıp daha da karanlıklaştıranları mı istersiniz yoksa çam üstüne çam devirip yine de yüzü kızarmayanları mı?
Mesela bir iddiaya göre Abdülhamid ülkeyi 33 yıl parlamentosuz yönetmiş. El insaf mine’l-imân. Yahu zaten II. Abdülhamid’in meşrutî olan ve olmayan iktidar süresinin toplamı 32 yıl, 7 ay, 7 gündür. Tahta çıktıktan 3 ay, 23 gün sonra ilan ettiği ilk meşrutiyetin meclisli döneminin yaklaşık 11 aylık süresi ile ikinci meşrutiyet dönemindeki 10 aylık saltanatı bu rakamdan düşüldüğünde geriye 30 yıl, 5 ay, 6 gün kalır. (Bana kalsa keşke 43 yıl parlamentosuz yönetseydi de Edirne’ye serhat şehri demeseydik ve hacca “gitmeseydik”, Müslümanlar hacca ‘gelseydi’!) Kaderin bir cilvesi olarak iki meşrutiyeti ilan etmek de Abdülhamid’e nasip olmuştur.
Abdülhamid’in Anayasayı yürürlükten kaldırıp Meclisi dağıttığı iddiası da aynı şekilde çürük temellere yaslanıyor.
Bir kere Kanun-i Esasi askıya alınmış olsa dahi, kâğıt üzerinde daima yürürlükte kalmıştı. Bunun pratikte herhangi bir anlamı olmayabilir ama 27 Mayıs veya 12 Eylül gibi anayasaları çöpe atan ihtilal ve darbelerle kıyaslandığında Abdülhamid’in hukukun lafzı açısından da olsa bir meşruiyet kaygısı taşıdığını gösterir.
İkincisi, 1876 Anayasası’nda Osmanlı parlamentosu “Meclis-i Umumi” ismini taşıyor ve bir değil, iki ayrı meclisten oluşuyordu. Birisi metinde geçtiği gibi Meclis-i Mebusan, diğeri ise Meclis-i Ayan. İşte Abdülhamid’in 13 Şubat 1878’de anayasadan aldığı yetkilerle ve Meclis Başkanı Ahmed Vefik Paşa ile anlaşarak toplantı döneminin bitmesine bir ay kala Meclis-i Mebusan’ı tatil etmesi (kapatması değil), her iki meclisin de dağıtılması anlamına gelmiyordu. Aksine, Meclisin bir parçası olan Heyet-i Ayan resmen varlığını devam ettirmiş, üyeler ölünceye kadar -bir daha toplantıya çağrılmasalar bile- hem devletten tıkır tıkır maaşlarını almışlar, hem de isimleri ve resimleri her yıl salnamelerde yer almıştır. Hatta Meşrutiyet yeniden ilan edildiğinde 30 yıl önceki Meclis-i Ayan’da görev almış bulunan 3 üye hayattaydı ve hiçbir şey olmamış gibi yeni üyelerle birlikte görevlerine devam ettiler.
Bir başka yanılgı, Meşrutiyetin sadece Makedonya ve 3. Ordu’nun eseri olarak değerlendirilmesidir. Bu, sonradan işbaşına geçen İttihat ve Terakki’nin Selanik merkezinin tarihi kendisine yontma gayretkeşliğinden kaynaklanır. Mesela 1906 yılında bir “Erzurum İhtilali” olduğundan kaçımız haberdardır? 100 kadar Erzurumlu kadının kocalarını hapisten kurtarmak için vilayeti basması az buz bir hadise midir? Peki neden kitaplarımızda geçmez bunlar?
Halbuki bu ihtilal her ne kadar hükümet tarafından bastırılmış olsa da, İttihatçıların tahrikiyle başlamıştı ve başarıya ulaşmış olsaydı belki de sokaklarda Meşrutiyetin başka kahramanları alkışlanıyor olacaktı. İşin garibi bunu ben söylemiyorum, İttihatçıların başlarındakiler söylüyor. İşte o sırada Erzurum’da görev yapan Teşkilat-ı Mahsusacı Hüsamettin Ertürk’ün çarpıcı sözleri:
“Meşrutiyetin ilânından önceki günlerde eğer Erzurum Valisi Abdülvahhab Paşa sıkıyönetimi ilan etmemiş ve Erzurumlu vatanperverleri Sinop kalesine sevk etmemiş olsaydı Erzurum, hürriyetin ilânı şerefini Manastır ve Selanik’in elinden almış olacaktı.”
Aynı kaygıyı Resneli Niyazi Bey’in hatıratında da buluyoruz. Anlıyoruz ki, malı Anadolu’ya kaptırma telaşı sarmıştır Selanik komitesini. Bakın Jöntürklerin içinden gelen bir başka ses, Ahmet Bedevi Kuran bu ince noktayı nasıl ustalıkla vurguluyor:
“Bu kıyamı hazırlayanlar memleketin diğer hürriyetçi bölgeleriyle işbirliği yapmak ve ortak faaliyete geçmek imkânını bulabilselerdi, belki de Meşrutiyetin ilanına o tarihte (1906) yol açılır ve sonradan ortaya çıkan Selanik politikacılarının hareketi tekellerine alma siyasetlerine yer kalmazdı.”
Yani hürriyet kahramanlarımız Selanik’ten değil, Dadaşlar diyarından çıkmış olurdu. Haklı olarak “Bilmem” diyor Kuran, “bugün bu kahramanlıkları hatırlayanlar var mı?”
Hep söylüyorum, tarihimizi Avrupa’nın gözünden yazıyoruz diye. Varsa yoksa Balkanlar. Niye? İttihatçıların ihtilalden sonra egemen olan kolu orasıydı da ondan. Meşrutiyetin tarihini Balkanlara endeksleyenler Erzurum İhtilali’ni iyi araştırsınlar ve Mezararkalı Mevlud Ağa’nın mahkemedeki savunmasını iyi okusunlar.
Kaynak mı? Bilirsiniz, başkaları gibi bulup okuyun diye başımdan savmıyorum: Hadi Nedim Ulusalkul’un 1937 tarihli kitabını bulamadınız, bari Aykut Kansu’nun İletişim’den çıkan “1908 Devrimi”ne bakma zahmetine katlanın lütfen.
Bir de Osmanlı’da kamuoyu İstanbul ile Selanik’ten ibaretti demiyorlar mı? Tam bir Selanik örgüsüne düştüklerinin farkında bile değiller ne yazık ki. m.armagan@zaman.com.tr
27 Temmuz 2008, Pazar