Mevlevî sikkesinden su içmek
Çocukluğun muğlak zemini hangi mutlak zamanlardan demir almıştır, bilinmez. Bilinmez ama yine de hayatın bitmek bilmez gibi görünen gergefinde açılan bir rahne, bizi çocukluğun mesut saatlerindeki efsunkâr anların menşeiyle burun buruna getiriverir.
Belki de asıl mesele, şuurumuzdaki kırılmayı temin edecek o anı, içimizde tahtını dilediği gibi kurabileceği bir vasat temin ederek çoğaltabilmektir.
Çocukluğum her Bursalı çocuk gibi ısırgan otlarıyla haşlanmış bacaklarımızın tüy topuklar üzerinde kanat çırptığı dere kenarlarında; erik, şeftali yahut ayva kokuları içinde adeta sarhoş gibi gezdiğimiz bahçeler içindeki mahallelerde; evler arasında bolca bulunabilecek arsalarda kiremitlerin -bunlar nereden gelirdi?- üst üste konulmasıyla oynadığımız “kuka” oyununda; Ahmed Cevdet Paşa ile Keçecizade Fuat Paşa’nın hakkında birlikte gazeller inşâd eyledikleri Teferrüç mesiresinde; her biri bizi ecdat rüyalarına cezb eden türbe, yatır ve mescidlerinin civarında geçti. Tabii her Bursalı çocuk gibi hafızamda aslanağzı ve havuzu ile silinmez bir iz bırakan kaplıcalarını da saymamak yakışık almaz.
Yeni Kaplıca, Çekirge yolunun sağında, Çelik Palas’ın altında, eski Bursalılar’ın Bademli Bahçe dedikleri yöredeki kaplıcalardandır. Bu kaplıcanın soğukluk mahallinin ortasında, kenarları bir karış yüksekliğinde bir havuz ve onun ortasında bir metre kadar sütun şeklinde yükselen, daha sonra kenarları dilimli bir kavuna benzer mermer şadırvanın içinden bir su kaynar. Aslanağzının, yoğun buharından ve suhûnetinden bunalanlar için bulunmaz bir ilticagâh olan bu kavuktan çıkan ılık su, eğilip kana kana içenlere şifâ, dertlilere devâ olurdu. Ben de her daraldığımda soluğu onun başında alır, bu âb-ı hayatın dudaklarımdan gönlüme akmasından tarifsiz bir haz duyardım.
Nereden bilebilirdim ki, benden yaklaşık 80 sene evvel bir Mevlevî şeyhinin aynı şadırvandan su içerken bu kavuğun bir “Mevlevî sikkesi” olduğunu farkettiğini! Tâhirü’l-Mevlevî (Tahir Olgun), Çilehâne Mektupları’nda (Hazırlayanlar: Cemâl Kurnaz-Gülgün Erişen, Ankara, 1995, Akçağ, s. 118 vd.) bu sikkeyle karşılaşmasını bakın nasıl anlatıyor:
“… Soyunup içeriye soğukluk denilen mahalle girince büyücek bir meydanın ortasında bir havuzvârenin içerisinde fıskıye makamında mermerden destârlı bir sikke-i şerifenin tepesinden soğuk su döküldüğü menzûr-ı çeşm-i iftihârım oldu. Orada yuğuculara çıkma vermekle meşgul birisi fakirin nazar-ı memnuniyetimi görünce dedi ki: Kaplıca’nın tamirinden evvel burada bir levha varmış ki sikkeyi medhediyormuş, sonra tamirde nasılsa zayi’ olmuş.”
Levhadan sadece,
Cem olup yetmiş iki fırka gelir Kaplıca’ya
Feyz alır bûs ederek sikke-i Mevlâna’yı
beytinin akılda kaldığını nakleden Tahirü’l-Mevlevî, “Fi’lvâki beytin irae ettiği gibi herkesin bûsegâhı oluyor, her teşneyi irvâ ediyordu. Fakir de o adete ittibaı câna minnet bilerek vaz’-ı şifâh-ı bendegî ve teskin-i sûz-i teşnegî ettim” der.
Bu Mevlevî sikkesi kaplıcanın ortasında bu ‘bende-i Mevlânâ’yı o derece coşturmuştur ki, hazret hızını alamayıp iki de beyit inşâd eyler:
Yek-dilâne kıblegâh-ı cümle akvâm olması
Çok mudur mir’at-i vahdettir külâh-ı Mevlevî
Çeşme-i mâ’ü’l-hayât-ı ins ü cân dersem n’ola
Menba’-ı feyz-i hakikattir külâh-ı Mevlevî.
Çocukluğumda içimi ferahlatan bu şadırvan, meğer her seferinde eğilip öptüğüm bir “destârlı Mevlevî sikkesi”, içtiğim su da “İlahî feyz”in sembolüymüş.
1897’den 1970’lere uzanan dolambaçlı çizgide hayatımızdan nelerin kaybedilip sonra nelerin hatırlanabileceğine ilişkin çarpıcı bir tecrübe oldu benim için Tahirü’l-Mevlevî ile aynı Mevlevî sikkesinden su içmek.
30 Temmuz 1996, Salı