Milliyetçilik “hortladı” mı?
Buğusu hala üzerinde tüten 18 Nisan seçimlerinin gerçek mağlubunun medya olduğunu söyleyen kimdi hatırlamıyorum; lakin hayati bir noktaya parmak basmış olduğunu söyleyebilirim. Yalnızca geçtiğimiz cuma günü Radikal’den Tarhan Erdem’in, o da inanmaya inanmaya sunduğu seçim tahminleri tutmuş oldu. Gerisi hep karavanaydı.
Seçimden sonraki hali de ayrı bir inceleme konusu olmaya değecek kadar pırıltılıydı medyanın. DSP-MHP koalisyonunun ANAP ile desteklenmesi girişimleri daha seçimin ertesi gününden itibaren tezgaha konmuştu bile. “Milliyetçilik kazandı” çığlıkları kaç günden beri yankılanıyor kağıt tomarları ve ekranlardan. DSP ve MHP, milliyetçi dalganın üzerinde sörf yaptıkları için kazanmışlardı onlara göre. Şimdi “yükselen değer” milliyetçilikti. Milliyetçilik ne zaman kaybetmişti ki? sorusunun gür bir sesle yöneltildiğine şahit olmadım bugüne kadar.
Oysa zaten 28 Şubat’la birlikte gündeme gelen pek çok tartışmanın dini söylemi öne çıkartan bir partinin görüşlerinin itibardan düşmesi doğrultusunda planlandığını, bu meyanda mesela “Türk Müslümanlığı” gibi aslında kültürel düzeyde anlamı olabilecek bir tartışmanın dinin özüne ilişkin bir tartışma şeklinde vazedilişinden de çıkartılabileceği gibi adeta “dini” olanın karşısına panzehir olarak “milli” olanın dikildiğini gözü açık olanlar görmüştü. Bu tartışmaların sevgili medyamız tarafından nasıl da hararetle desteklendikleri gün gibi ortadayken ortaya çıkan tabloya neden bu kadar şaşırdıklarını, “şok” olduklarını doğrusu anlamakta zorlanıyorum.
Bir de milliyetçiliğin 2000’li yıllarda “hortladığı”nı dile getirenler oldu. Bunların -ki kısm-ı a’zamı sol eğilimli yazarlardır- kafasındaki milliyetçiliğin totaliter, otoriter, bireyciliğe ve özgürlüğe karşıt ve kolektiviteyi ön plana çıkartan, ırkçı, insanların güvenlik ihtiyaçlarını gideren ve bu ihtiyacı giderirken de evrensel değerlere sırt çeviren bir görünüm arz ettiğini çıkartıyoruz yazdıklarından. Milliyetçilik onlara göre aslında kabile dönemlerinden kalma bir arkaik reaksiyon, bir tür gerici harekettir.
Ben şahsen milliyetçiliğe eleştirel olarak bakılması gerektiğine inananlardanım. Her türlü total, bütüncü ve ferdin eleştirme hakkını elinden alan açıklama ve yorumlama biçimine karşı olduğumu bu satırların okuyucularının iyi bildiklerinden eminim. (Bir süre önce yine bu sayfada çıkan “Milliyetçiliği tartışmak” adlı yazımda bu konulara temas etmiştim.) Fakat milliyetçiliği dogmatik biçimde savunmak kadar dogmatik olarak mahkum etmenin de hakkaniyete sığmadığını düşünüyorum.
Batı’daki milliyetçilik üzerine çalışmaların Ernest Renan’a kadar uzanan ciddi bir soy kütüğü mevcut. Hatta Hegel’in sağ ve sol versiyonları arasındaki savaşın en hararetlisinin milliyetçilik babında gerçekleştiğini söyleyenlere bile rastlanıyor. Marksist yaklaşımlar ise milliyetçiliği ekarte etmek için onun ataya tapma kültürünün bir devamı olarak damgalanmasını yeğlemişler, böylece milliyetçi eğilimleri gözden düşüreceklerini ummuşlardı. Şöyle ya da böyle Avrupa mahreçli olmakla birlikte modernleşme sürecinin tarihi, enigmatik bir biçimde milliyetçilikle sarılıp sarmalanmış durumdadır ve milliyetçiliğin o kadar da kolayca ortadan kalkacağını umut ettirecek ciddi verilere bugün bile sahip bulunmaktan uzağız.
Aslında 1989-1991’lerde yaşanan Doğu Bloku’nun çökme ve dağılma aşamasından sonra yeniden parladığını görmekteyiz milliyetçiliğin yıldızının. Balkanlarda yaşanan ve en somut göstergesini Yugoslavya sınırları içinde müşahede ettiğimiz bu yeni milliyetçilik, ne gariptir ki küreselleşme sürecinin evc-i balasına ulaştığı bir demde konuk olmuştur dünyamıza. Sözde küreselleşme, yerel ayrımları ortadan kaldırarak bir tek -kültür oluşturacak ve Yeni Dünya Düzeni, bu tek kültürü, Üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun hudutlarını yerküre ölçeğine yayacaktı.
Oysa sosyologlardan siyaset bilimcilere kadar yığınla bilim adamına saç baş yolduran bu nevzuhur gelişme, milliyetçiliğin zannedildiği kadar basit ve köksüz, modernleşme sürecinin her nasılsa yandan fışkırmış bir imalat hatası olmayıp bizzat bu sürecin ana dinamiklerinden beslendiğini günyüzüne çıkarmış bulunmaktadır. Sanayileşme, demokrasi ve kapitalizm üçlüsünün her birine garip bir biçimde kök salmış bir olgu / ideolojidir milliyetçilik (daha doğrusu hem olgu, hem de ideolojidir).
Yukarıda değindiğim gibi milliyetçiliğe mutlak bir olumsuzluk gibi bakmanın ve onu arızi bir gelişme, bir tür modernliğin paraziti kabul etmenin kimseye faydası olmadığını, bunları söyleyen sosyologların da kendilerini ve öğrencilerini aldatmaktan öteye gidemediklerini milliyetçilik üzerine yapılan son araştırmalar bütün açıklığı ile ortaya koymuş bulunmaktadır.
Bu literatürün hemen hiçbir önemli kitabı Türkçeye çevrilmediği için kafanızı İngilizce kaynaklar zikrederek şişirmek istemiyorum. Ancak konunun meraklıları için bir not olarak yeni milliyetçilik üzerine çevirilerden oluşacak bir derleme kitap hazırlığı içinde olduğumu belirtmekte fayda görüyorum. (*)
Bütün bu laf kalabalığından sonra şunu söyleyebilirim ki, modernlikle milliyetçilik ters orantılı gelişmeler olmayıp aksine birbirini besleyen ve etkileşim içine giren arkadaş-süreçlerdir. Dolayısıyla milliyetçiliğin “hortladığı”nı söyleyip siyaset dünyamızın ‘kazanımlarının’ (bu kazanımların müflis bir tüccarın elinde kalan üç beş kuruştan bir farkı kalmadığını artık cümle alem biliyor) iade edileceğini düşünenlerin, milliyetçilik meselesinin gerçek çehresini, gözlerindeki perdeyi aralayıp karikatürize ettikleri bu “modern Janus”u yeniden ve farklı açılar deneyerek okumalarında fayda görüyorum.
(*) Yine kendimi tutamayıp çok çok meraklılarına şimdilik Tom Nairn’in kışkırtıcı kitabı Faces of Nationalism’i (Milliyetçiliğin Yüzleri) tavsiye ediyorum (Verso 1997).
Kültür bahçesİnden
Hasan Cemal, darbeciliğe devam!
Yakınlarda yayımladığı Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım adlı kitabıyla birden ilgi odağı olan İttihatçı Cemal Paşa’nın torunu Hasan Cemal, basına yansıdığı kadarıyla Uluç Gürkan gibi bazı arkadaşlarıyla ciddi ciddi darbe yapmaya niyetliymiş bir zamanlar. Belki araştırmacılar için etnografik bir malzeme olarak bir değeri vardır ama basına yansıdığı kadarıyla kitap ilgimi hiç çekmedi desem yeridir. Hatta bazı arkadaşlar okkalı kitabını burnuma kadar uzatıp okumamı istedikleri halde hep reddettim. Reddettim; çünkü bugünkü Hasan Cemal’in geçmiştekinden pek bir farkı yoktu benim gözümde. Gerek 1994 ve 1995 seçimlerinden önce ve sonra yazdıkları, gerekse 18 Nisan seçimlerinden hemen önce ve bir iki gün sonra köşesine kaleminden damlattığı satırlar zaten “Hasan Cemal, aynı Hasan Cemal!” dedirtecek cinstendi.
Bu defa kafasını büyük şehirlerde Fazilet’in seçimleri kazanmasına takmıştı sayın yazar. Ne yapıp edip FP’li adaylar engellenmeliydi. Mesela Ankara’da Melih Gökçek’in karşısında en güçlü aday CHP’li Murat Karayalçın mı, Cemal Paşa’nın torunu için “bütün oylar” parti marti dinlemeden CHP’ye verilmeliydi. Mesela İstanbul’da Ali Müfit Gürtuna mı FP’nin adayı, onun en güçlü rakibi de ANAP’lı Ali Talip Özdemir mi, o halde oylar komple ANAP’a! Böylece herkes siyasi görüşlerini, adayların niteliklerini, siyasetteki güç dengelerini vs. bir yana bırakıp nerede FP’li olmayan bir başkan seçilebilecek gibiyse, cephe halinde onu destekleyecekti. Bu durumda halkın siyasi iradesi zaafa uğruyormuş, özgür iradesi tecelli etmiyormuş, bunlar hiç umurunda değil Hasan Cemal’in. Yeter ki Fazilet kazanmasın! Bunun için de halkı örgütleyerek bir tür darbe yapmaya girişiyor.
Allah’tan halk sağduyusu ile hareket etti de, iyi kötü siyasi eğilimleri, mevcut belediyeler hakkındaki kanaatlerini, adaya mı, partiye mi oy verdiklerini öğrenme fırsatını bulduk. Maazallah halk genel ve yerel seçimlerde Hasan Cemal’in dediği gibi hareket etseydi, bu defa hazretin istediği başkanlar ve vekiller seçilse bile onu destekleyenlerin kendi siyasi eğilimlerinden tümüyle kopmaları, bütün oyların yüzer gezerleşmesi ve önümüzdeki dönemlerde bizi siyaset yapmanın imkansızlaşacağı bir bedbahtlığa uğratmaları kaçınılmaz hale gelirdi.