Nazım Hikmet: Ne kahraman, ne hain!
Bir edebî/tarihî şahsiyete yaklaşırken ölçümüz ne olmalı? Bir direk gibi düz, dümdüz tipler mi çizmeliyiz yoksa hayatının zikzakları içinden fışkıran bir portreyi hassas fırça darbeleriyle resmetmeye mi koyulmalıyız?
Meseleyi şöyle ortaya koyuyorum:
Nazım’dan bir “kahraman” üretme gayretine düşenler de, ondan bir “vatan haini” imal etmeye çalışanlar da, aynı temel hatayı işliyorlar. Her iki kanat da, bir insandan fazla köşeli ve pürüzsüz bir portre çıkarmak için bazı yönlerine kör kalmayı tercih ediyorlar.
Nazım ne bir kahramandır, ne de bir hain!
Bu düşüncelerimi yadırgayacakların olduğunu biliyorum. Şu ufacık sütunda bu düşüncelerimi temellendiremeyeceğimin de farkındayım. Ama en azından bazı satır başlarını açma fırsatını bulacağımı umuyorum. Mesela Nazım’ı Polonya vatandaşı olmakla eleştirenler, onu vatandaşlıktan bizim çıkardığımızı nedense unutuyorlar. Sovyetler’e kaçışını abartıp “hain!” damgasını vuranlar, Moskova’nın Nazım’a bir pasaportu bile çok gördüğünü görmezden geliyorlar.
Öte yandan Nazım Hikmet’ten bir komünist ideolog ve dava adamı heykeli yontmak için didinenler de, en yakın arkadaşlarının ittifak halinde kitap okumadığını söyledikleri birisinden ideolog, yine bütün arkadaşlarının şehadetiyle ölümden korkan birinden kahraman olmayacağını unutuyorlar.
‘Yaşamak güzel şey be kardeşim’ diye şiirler yazan birinin kahramanlığı, olsa olsa “yaşamak uğrunda bir kahramanlık” olabilir. Buna ise biz kahramanlık değil, korkaklık diyoruz. Nazım, korkaktır. Ölümden, öldürüleceğinden korkmuştur sürekli olarak. Şevket Süreyya Aydemir, onun en çok bu “korkak” tarafına takılmış, “Nazım komünist değildi” demiştir. Çünkü hayatı seviyordu; hayatın zevklerini bir yana bırakacak kadar gözü kara olmadı hiçbir zaman. Ne bir zamanlar üstad bellediği Mayakovski’nin, ne de şair Yesenin’in –ki ikisi de Stalin’in baskıları sonucunda intiharı seçeceklerdi–, ölüm karşısındaki onurlu duruşlarını anlayabilirdi bu yüzden.
Çocuktu… Nazım üzerine yazanlar arasında onun koca bir çocuk olduğu hususunda söz birliği var adeta. Sağda ise, biraz insaflı olanlar, aldatıldığını söylüyorlar. Doğrudur, çocuklar aldatılır.
Hapisten çıkabilmek umudu ve çevresinin telkin ve teşvikiyle Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yazarken de, Huruşof’a –hani şu Amerikan basınının ağzıyla bildiğimiz Kuruşçev canım– mektup yazarken de ve Atatürk’ten af dilerken de, “Stalin beni yarattı” derken de hep bir çocuk saflığıyla yaklaşıyordu çetrefilleşmiş siyasî meselelere.
Hep birilerinin kendisini kollayacağı umuduyla yaşadı. Lenin’i de, Stalin’i de, aradığı Baba sandı. Ama Stalin ölünce derin bir nefes aldığını da hissediyoruz. Çünkü, yakınlarının yalancısıyım, devrin pek çok Sovyet aydını gibi o da Stalin tarafından öldürüleceğinden korkuyordu. Nazım Hikmet’in komünist olmasının sebebini şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Dedesi Halep valisi ve Mesnevi şarihi Abidin Paşa, babası Hikmet Bey ise vasat bir gazetecidir. Babası, bir ara Cemal Paşa’nın desteğiyle Matbuat Umum Müdürlüğü yapıyor; ama emekli olunca son derece basit bazı ticari ortaklıklara giriyor ve hepsinde de iflas ediyor. Çöken Osmanlı aristokrasisinin bir ufak temsilini yaşıyor yani Nazım, ailesinde. Onlar fakirleşirken, kapıcıları mevkiindekilerin milyonerleşmesini hazmedemeyerek isyan ediyor. Demek ki tepkisi, gerçekten de sınıfsaldır. Bunu anlamazsak Nazım Hikmet’in komünistliğini ciddiye alabiliriz. Çöken bir aristokrasinin acı ve hıncı gezinir Nazım’ın mısralarında. Yoksa bir proleter veya köylüde “Düşmanıyım asaletin kelimelerde bile” diyebilecek ufuk ne gezer!
22.01.2002